sinema

sonsuz bir sinemadayım
hem film sonsuz, hem koltuk sonsuz
belki hepsini göremeyeceğim
belki hepsinde oturamayacağım
ama ille de sonsuz olmalı
tek bir salona sığamıyorum
sonsuz olmasa nefes alamıyorum

öleceğim evet ama geri geleceğim
izleyecek, öğrenecek, çoğalacağım
sonunda sinemayı ben yaratacağım

Sorumluluk reddi (özgür irade)

Düşünürlerin her dönem üstünde durduğu bir konu; özgür irade var mıdır, yoksa sorumluluk var mıdır? Tanrı bize özgür irade nasıl verebilir? Yapacaklarımızı Tanrı önceden biliyorsa burada özgür irade nasıl var olabilir?

Burada özgür irade var mıdır yok mudur konusuna girmeyeceğim. Ama özgür irade olsa da olmasa da sorumluluktan bahseden kim? Kralların mahiyetlerine iyilik yaptığı, onlara yaşama ortamı sunduğu halde, kötü olan kötülük yapan insanları cezalandırması hakkı var mıdır? Bu konu üzerinden yapılan örneklendirmeler tanrı için geçerli olur mu? Foucoult der ki güç (iktidar) kendi planına uymayanları ya hapisle cezalandırır ya da tımarhaneye tıkar. Güç’ün istediği gibi değilsen anormalsin demektir ve cezalandırılmalısın. Foucoult iktidarı normal dışı bir bakış açısından incelemiş. Oysa tam tersi, iyi olanı seçmek açısından da bakılabilir. Bir güzellik yarışması düşünün, en güzeli seçiyorsunuz, bakıyorsunuz A güzel ama B daha güzel, C hem güzel hem sevimli, D de çok güzel, E de öyle. İçinizden birine ağırlık veriyor ve seçiminizi yapıyorsunuz, diyelim ki C güzellik kraliçesi oluyor. Bu demek değil ki A’yı anormal gördünüz, B’yi beceriksiz gördünüz, D’yi hapse tıktınız, E’yi de tımarhaneye. Siz güzel olanı seçtiniz, diğerleri umrunuzda değil, onlara yönelik bir çalışmanız yok, yoldan çekilsinler yeter.

Masanızın ayağını tahta kuruları kemiriyor. Müdahale etmezseniz masa komple kullanılmaz hale gelecek. Ama masa size lazım. Ne yaparsınız, tahta kurularını sorumlu tutup cezalandırmaya mı çalışırsınız yoksa masayı kurtarmak için yapılması gerekenleri yapmaya mı? İlaçlamanız gerekiyorsa önce ilaçlayıp tahta kurularını öldürür veya uzaklaştırırsınız. Yaralı bölgeyi talaşla doldurup yapıştırıp, üstünü boyar ve cilalarsınız. Masa kurtulmuştur. Tahta kurularını sonsuza kadar cezalandırmak ya da ödüllendirmekle ilgilenmezsiniz. Size lazım olan masa.

İnsanların sorumlulukları da böyle. Bir maratonda birinciye bakarlar. O nerede doğmuş, nasıl yaşamış, hangi okulu okumuş, sabahları egzersiz yapmış mı, burcu ne, ne yemiş ne içmiş, hangi müziği dinlemiş, onunla ilgilenirsiniz. Sonuncu olanı cehenneme tıkmakla değil. Size birinci lazım, size lazım değilse de bile, önemli olan birinci. Yarış sonucu sporcularlar söyleşi yapmanız gerekirse, yedinci olanı değil birinci olanı seçersiniz. Dolayısı ile ortada sorumluluk, doğru seçim yanlış seçim falan yok, tesadüfen, şartlar gereği, belki biraz çalışmaktan biraz doğuştan gelen yetenekten o birinci oldu ve konumuz da o. Diğerlerinin cezalandırılması, akıllındırılması değil.

Aslında bir başka yazının konusu ama burada da bahsedeyim, kötülük diye bir şey de yok zaten. Birinci olan iyi ve geri kalanlara da kötü diyoruz. İyilik-kötülüğü bir cetvel gibi düşünün. Cetvelin sağına iyilik tarafı soluna kötülük tarafı diyelim. 2’nin üstündeyseniz nötr iseniz, iyi bir şey başınıza gelip 3’e geldiğinizde sizin için iyi bir şey olmuş oluyor, bu iyilik 5’ten geldiyse, iyilikten sonra o 4 olduysa, onun için kötülük olmuş oluyor. Birisi bir eylemi size sağınızdan yaptıysa sizin için iyi, solunuzdan yaptıysa sizin için kötü.

10 kişilik bir mülakat listesi var diyelim ki. Siz beşincisiniz. Komisyon altıncıyı sizin önünüze geçirirse siz altıncı oluyorsunuz, kötülük, üçüncüyü sizin ardınıza geçirirse siz dördüncü oluyorsunuz, iyilik. Yapılan şeyin sizinle ilgisi bile yok aslında ama size iyilik ya da kötülük olarak yansıdı.

İkiniz de açsınız, bir tane zeytin var. Arkadaşınız, ben dayanıklıyım zeytini sen ye derse, iyilik yapmış oluyor, siz aynı şeyi ona söylerseniz siz iyilik yapmış oluyorsunuz. Arkadaşınız size sormadan zeytini yerse, aç kalıyorsunuz, kötülük yapmış oluyor. Burada hemen iyilik-kötülük kıt kaynaklardan kaynaklanır demesin bazı filozoflarımız (çok geç demişler bile, zaten bugüne kadar söylenmemiş hiç bir şey yok, sadece doğru sözleri seçerek farklı olabiliyorsun) Kaynaklar bol olsa bile, onlara anlam yükleyebilir, ya da tüm kaynakları ne kadar sonsuz olursa olsun kendimiz kullanmak isteyebiliriz. Diyelim iki zeytin var, birini arkadaşım birini ben yersem sorun yok, kötülük yok. Ama sağdaki zeytin benim için daha anlamlı, hayatım boyunca hep sağı tercih ettim, babam bana hep sağdakini verirdi, o yüzden şimdi de sağdakini ben yemek istedim, fakat arkadaşım bencillik yaptı ve sağdakini kendi yedi, bana da soldaki kaldı, arkadaşım kötülük yaptı.

Neyse tek tek örnek vermeye gerek var mı, düşünen insanlarsınız. İyilik ve kötülük görecelidir. Birine eklenirken iyi, diğerinden çıkarken kötü. Bana iyi olan şey sana kötü. Aynı şey aslında, aynı olay, aynı seçim, ama bana göre iyi sana göre kötü. Demek ki kötülük diye bir şey yok. (tabii buna tam tersiz şeytancılık yapıp, iyilik diye bir şey yok, ne yapsan kötü diye bakmak da aynı şekilde doğru)

Şimdi size iyi günler desem, bana kötü günler kalacak, en iyisi normal günler diliyorum, hoşçakalın.

Aziz Augistinus’da doğru bilgi

Aziz Augistinus, Descartes’dan çok önce “düşünüyorum, bundan eminim,” “varım, bundan eminim” demiştir. Aslında felsefede daha önce dile getirilmemiş hiç bir düşünce yoktur denebilir. Sadece bakış açıları, aslında gözlükler değişmektedir. Varlık üzerine tartışma yapan en eski iki insan bile eğer yeterince konuştularsa, bugün aklımıza gelen hemen tüm ihtimalleri dile getirmişlerdir; simülasyondayız, tek kişinin zihnindeyiz, hiç bir şeyden emin olamayız, doğru bilgiye ulaşılamaz, evren hep vardı, evren bir anda oluştu ve bunun gibi. Yeterince düşünen her insan bu fikirleri herhangi bir kaynaktan öğrenmeden, kendi de üretebilir. Fakat bir düşüncenin taraftarı olmak, üstüne vurgu yapmak, detaylı incelemesini yapmak, üstüne kitap yazmak, o düşünceyi sahiplenmenizi sağlar.

İlham dediğimiz şey de budur. Bilgiyi fark edip, başkalarından önce sezip, sahip çıkarsanız, bilgi sizin olur. Aslında sizin ürettiğiniz bir bilgi değildir, bir nevi çalıntıdır. Fakat değil onu çalmak, görmek bile kimsenin aklına gelmemiştir. Kimse fark etmemiştir. Bilgi orada öylece durmaktadır, fakat kimse görememektedir. Görenler olsa da, önemini anlamamış ya da emek verip detaylı incelemesini yapmaktan çekinmiştir. Dolayısı ile bir fikre sahip olmak değil, o fikri bir eser dönüştürmektir sizi bilim adamı ya da sanatçı yapan. Doğada duyduğunuz bir ses, radyodan gelen bir gürültü, bir başka ülkenin sıkıcı müziği, bir çoklarına sıradan gelecektir, fakat siz onu bir melodi olarak algılayıp, çalıp, üstüne çeşitleme yapıp, kendi bestenizi ortaya koyarsınız. Buradaki çalma sizin hakkınızdır, ilk göz hakkınızdır, ilk bulan sizsinizdir, ilk düşünen. Her ilham bir çalmadır, esere dönüştüğünde artık emek içeren bir çalmadır. Tabii fikir patentleri bu özgürlüğü kısıtlamaktadır, herhangi bir eser vermediğiniz halde fikrinizi tescilleyebilmeniz, yeni bir ada keşfedip, şu gördüğümüz topraklar var ya işte onların hepsi benim, ilk ben söyledim, demek gibidir. Çok kısıtlı süreler haricinde fikirler tescillenememelidir, sadece eserler tescil edilebilir olmalıdır.

Gelelim başlıktaki konuya, Aziz Augistinus, duyu yolu ile edindiğimiz bilginin doğru olduğunu, eğer yanlış seziyorsak bunun zihnimizdeki yorumdan kaynaklandığını söylemiş. Zihnimizin de tanrısal akıldan kaynaklandığını dolayısı ile hep doğru olduğunu kabul etmiş. Doğruluk hissinin ise bir tür “doğal ışık”tan kaynaklandığını, “doğru olmanın” bu ışık sayesinde sezilebildiğini söylemiş. Oysa bugün yapay zeka çalışmaları sayesinde biliyoruz ki bu ışık eğitimdir. Yapay zekaya verdiğiniz eğitim setinde doğru neyse, o zekanın iş görmesi esnasında içinden gelen sezgisel doğrusu, doğal ışığı da odur.

Bir çocuğu doğduğu andan alıp tamamen farklı doğrularla yetiştirirseniz, hayatı boyunca “doğru” kabul edeceği şeyler de bize göre farklı olacaktır. Bizim bir önermeyi ele alıp doğru olup olmadığına karar vermemize yol açan akıl yürütmeler, o çocukta farklı işleyecektir ve bize göre doğru olan ona göre yanlış olabilecektir. Yani “aklın yolu bir” olmayacaktır. Dünyamızda aklın yolu birdir çünkü eğitim vardır. Toplum ve devlet tüm insanları aynı doğrular çerçevesinde eğitmektedir. Dolayısı ile kendimizi bildiğimiz yaşa geldiğimizde, hep böyle olduğumuzu, bütünlüğümüzü, aklımızı, doğruluk billincimizi kavradığımız yaşa geldiğimizde, kendimizi ezelden beri doğruyu bilen, doğruyu görebilen, öğretim ile gerekli bilgileri alarak kendi aklı ile kendi doğrusu ile öğrenebilen canlılar olduğumuzu sanırız. Tarih boyunca hiç bir düşünür, kendisinin çocukken farklı düşünce çerçevesi içinde olduğunu, bebekken tamamen farklı bir düşünce dünyası içinde olduğunu hatırlamaz, kendini ezelden beri aynı sanır. Bu yüzden Platon ve takipçileri yüzyıllar boyunca “idea”lara inanmıştır. Bilginin dışarıdan alınan değil, hatırlanan bir şey olduğunu düşünmüşlerdir. Oysa bu düşünce, eğitim ile “doğal ışık” oluşturulduktan sonra düşünülebilmiştir. Yani içimizden gelen, bize yön veren, inananlara göre tanrısal olan, ortak akla ait, evrensel olan “doğruluk hissi” aslında bize eğitim ile verilmiştir. Buna iki kere ikinin dört olması da dahildir. Farklı bir eğitimle tüm bu çerçeve bambaşka bir hale getirilebilir. Bambaşka hal, bambaşka doğal ışık, bambaşka çerçeve etrafımızda, yakınımızda olan bir şey değil ama belki çevremizdeki deliler, bu bambaşka hal için size bir ilham kaynağı olabilir.

Aşı kime zararlı

Aşı ile dünya nüfus planlaması yapılacak, şimdi aşı olanlar 1-2, 5-10 ya da 2-30 yıl içinde tamamen hastalanıp ölecekler, diye düşünüyorsunuz ya.

Şöyle düşünün, siz dünya nüfusunu azaltmak isteseniz, geri kalanlar sizi dinlemeyen, uyanık, düzene karşı insanlar mı olsun, yoksa “bilim aşı buldu, git kuzu kuzu aşı ol”, deyince gidip olanlar mı? Eğer aşı ile nüfus planlaması yapılacaksa, bu aşı olanları yok etmek yerine tam tersi, aşı olanları güvenceye alıp, laboratuvardaki bir sonraki pandemi kaynağı ile geri kalanları hızla hasta edip, “aaa ne tesadüf, aşı bu hastalığa karşı da koruyormuş” demek olur bence.

Eğer dünya nüfusunu planlayacak imkanınız varsa, geriye kalanların da daha itaatkar olmalarını istemeniz daha akla yatkın değil mi? Yani aşı karşıtlığı için tek gerekçeniz buysa, hemen gidin olun.

Akşama ne pişirsem?

Akşama ne yemek var merak ediyor musunuz?

Kahvaltılıklar yeterli mi, yoksa peynir bitti mi? Sabah aç kalmayayım, gidip eksikleri tamamlıyayım.

Akşama ne yemek yapacağım,
sokağa çıkma yasağı olursa ne yeriz,
öğlen ne yiyeceğiz,
çerez bitti çerez alalım,
kuru fasulye pilavsız olmaz,
rakı mezesiz olmaz,
bira çerezsiz olmaz,
çayın yanında atıştıracak bir şeyler lazım,
patates bitmişti,
zeytinyağı bitmişti,
ve bunun gibi bir çok kaygılar ve korkularla yaşıyoruz.

ve sonra vücudumuza kızıyoruz neden depoluyor diye.

Bu kadar aç kalma korkusu ile yaşarken, bize ait olan vücut, depolamasın da ne yapsın!

Önce biraz aç kalma korkunuzu yenin.

Bırakın sabaha yemek olmasın. Acıkırsanız çaresine bakarsınız. Önceden hazırlık yapmayın.

Ekonomik sebeplerle önceden hazırlık yapabilirsiniz, ama aç kalırım, açlığıma dayanamam korkusuyla hazırlık yapmayın.

Biraz salın.

Bakalım ne olacak.

Bir de “faydalı yiyecek tedirginliği” var. Bu faydalı bunu yiyeyim, şu faydalı şunu da yiyeyim, o da faydalı onu da yiyeyim, derkeeeen hooop yarım dünya. Yemek amacımız, günlük enerji ihtiyacı karşılamak, vitamin denilen maddelerin günlük ihtiyacımızın hepsini toplasan leblebi kadar etmez, tek yönlü beslenmediğimiz sürece ya da bir metabolizma hastalığımız olmadığı sürece zaten onu enerji amaçlı beslenme sırasında karşılıyoruz. Ayrıca şu da faydalı bu da faydalı diye beslenmek doğru değil, enerjinizi aldıktan sonra yemek yemenin hiç bir faydası yok. Hele ki şu antibiyotikmiş onu yiyelim demek tamamen akıl dışı. (ipucu. “antibiyotik”in kelime anlamı “hayata karşı”)

Merak, kediyi hayatta tutar

İnsanı hayatta tutan en güçlü güdü; merak.

Merak kediyi öldür der batılı bir atasözü, ama kediyi hayatta kalma isteğiyle dolduran da meraktır. Bir canlıyı öldürme isteğimizin de affedip hayatta bırakma isteğimizin de sebebi meraktır. İntihar etme güdüsü de meraktan, intihardan vazgeçmek de meraktan.

Merak, en temel hayatta kalma güdüsüdür.

Bilinç, şablon üreten, üretilmiş şablonları kullanan ve bu şablon zaten var mıydı, bende olmayan yeni şablonlar var mı diye araştırmaya sebep olan merak.

Bir nevi kolleksiyoncu. İşi daha kolay olsun diye kolleksiyondaki tüm nesneleri en kolay bulunabilir hale getirmeye çalışan, yeni bulduğu herşeyi kolleksiyona katmaya çalışan bir kütphaneci, bilinç.

Bu yüzden erişkinlerin, doğuştan itibaren ölüme kadar gittikçe artan bir şekilde aktif bilinç kullanımları azalır. Bilinçleri daha çok şablonlara uygun davranmaktan ibaret kalır. Çok yaşamış çok görmüş çok okumuş bir insanın sayısız şablonu bulunduğu için daha özgürmüş gibi görünebilir ama aslında sayısız şablonlarına uygun, otomatik (bilinçsiz davranmaktadır. Burada bilinçsiz derken kastettiğim, şablona uygun davranan bilinçtir. Yapay sinir ağlarını beyin içinde hayal edin, sayısız sinir ağlarımız var ve bir çoğu birbiri ile de ilişkili, fakat yine de sosyolojik ya da psikolojik olarak bağımsız olarak ele alınabilir şablonlar (çerçeveler, frameworkler) olarak adlandırdığım ağlar.

Yine bu yüzden “çocuk işte”, “bilinçsiz” saydığımız çocuklar, en bilinçli insanlardır, doğuştan itibaren kazanmaya başladıkları şablonlar günlük bir çok durumu karşılamadığı için, sürekli aktif bilinç kullanmak zorundadırlar. Dolayısı ile saçmalamaları, sıradışı davranmaları, iyi-kötü değil anlamsız duruşları, bizim bildiğimiz, sahip olduğumuz şablonlara henüz sahip olmadıklarından kaynaklanmaktadır. Yani en bilinçlimiz en saçma davrananlarımızdır gibi bir sonuç çıkıyor. Bunun “deli” dediklerimiz için de büyük oranda geçerli olduğunu düşünüyorum. Yani, gündelik hayatta “bilinçli insan”, “bilinçsiz insan” olarak adlandırdığımız insanlar aslında kastettiğimizin tam tersi olan gruplara aitler. Aslında “bilinçli”den kastettiğimiz, akıllı, öğrenimli, bilgili insan, daha az bilinçli olandır, yeni konuşmayı öğrenmiş bir bebekse çok daha bilinçlidir.

Işık hızı ne demek

Einstein’in ünlü E=mc² formülünde neden ışık hızının karesi var?

Nedense bu sorunun cevaplarının hızla bir ilgisi yok, aslında E=m gibi ele alınıyor, c’nin ise aradaki dönüşümün büyüklüğünü gösteren bir katsayı olduğundan bahsediliyor.

Oysa bugüne kadar fizik formüllerinin, duruma uyan, durumu hesaplanabilir yapan formüller değil, bir anlam içeren formüller olduğunun herkes tarafından kavranılmış olduğunu sanırım. En azından bilim dünyasındaki herkes tarafından.

Bir formülde bir parametrenin karesi (quadratic formu) kullanılıyorsa, bu o parametrenin iki defa işin içinde olduğunu gösterir. Bunun anlamı budur. Bildiğimiz fizikte madde enerjiye dönüşürken, bir patlamada olduğu gibi bir merkezden her yöne doğru uzaklaşan fotonlara dönüşür. Bu her yöne gidiş, karşılıklı ters yöne giden fotonlar için birbirinden iki kere ışık hızıyla uzaklaşmak demektir.

Tabii bu benim için çok anlamlı değil. Ben her yöne ışık hızında büyüyen bir evrende, ışığın aslında hareket etmediğini, evrenin ışıktan her yöne kaçtığı için ışık hızı kavramına sahip olduğumuzu düşünüyorum. Işık aslında maddenin yok olduğu andır. Bir hatıradır, geçmiştir. Bize parlak, pırıl pırıl gelmesi, onu algılayış biçimimizle ilgilidir. Çünkü varlıklar sadece geçmişi algılayabilirler ve sadece geçmişte yaşayabilirler. O yüzden geçmişin oluştuğu an çok önemlidir ve en büyük algımız bu yüzden geçmişin oluştuğu an, yani ışıktır. Evren, yani madde, her yönde ışıktan (yani yokoluştan) kaçtığı için ışıkla etkileşim hesaplarında ışık hızı dediğimiz parametrenin karesi kullanılmalıdır. Çünkü aynı anda iki yöne de uzaklaşıyoruz ışıktan (maddenin yok olduğu andan). Ve bu uzaklaşma 3 (4) boyutta olmayabilir, maddenin yok olduğu, enerjiye döndüğü anda 4.boyut oluşmakta ve madde ışık hızında o noktadar uzaklaşmaktadır. Dolayısı ile her saniye evren bir önceki saniyeden, her yönde ışık hızı kadar büyümektedir. Fakat bu büyüme, bildiğimiz 3 boyutlu evrende değil, geçmişleştirdiğimiz ve 4.boyuta gömdüğümüz andan uzaklaşma yönündedir.

3-4 boyutlu derken kastettiğim, Einstein evrenidir. Einstein zamanı da boyutlara katmıştır fakat bu boyut saatle hesaplanmaktadır. Oysa zaman ışık hızıyla uzaklaştığımız ve içimize gömdüğümüz madde-enerji dönüşüm anlarıdır. Bu anlar, geçmiştir, anılardır ve evrenin her yerinde maddenin enerjiye dönüşümü dediğimiz aslında yok oluşundan oluşan içe gömülü balonlardır.

Akıl mı üstün inanç mı?

Her zaman dediğim gibi, bilinçli davranış her an sahip olduğumuz bir yetenek değil. Bir kaset kayıt cihazı gibi (casette recorder) ya da worddeki makro kaydedici gibi bilinç kullanırken davranış şablonlarımızı kaydederiz ve bilinçle işimiz biter. Sonra günümüzün çoğunluğu kaset çalmakla, makro oynatmakla geçer.

Bu davranış şablonlarının iç kaynaklı olanlarına duygu, dış kaynaklı, evreni açıklamaya yönelik olanlarına da inanç diyoruz. Duygular ve inançlar, bir kısmı toplumdan aktarılan bir kısmı kendi yarattığımız şablonlardır. Bunlar kullanılırken (oynatılırken) bilinç aktif rol oynamaz, hazırda bekler, şablon davranıştır bunlar. Makrolardan farkı, adım adım tarif edilmemiş, daha çok bir çerçeve (framework) olarak tanımlanmışlardır. Yani bir duruma verilecek birden fazla tepki olabilir. Hangisinin verileceğini yine bilinç değil, aynı anda kullanımda olan diğer şablonlar belirler. Misal, balkonda oturup telefon ile annenizle konuşuyorsanız, telefon ile konuşma şablonu, anne ile konuşma şablonu, telefon ile anne ile konuşma şablonu, balkonda oturma şablonu, balkonda otururken konuşma şablonu, yoldan geçenlere bakarken konuşma şablonu, sert sandalyede otururken konuşma şablonu, kısa kollu t-shirt ile konuşma şablonu, tok karnına konuşma şablonu, iş yerinde mutlu bir günden sonra konuşma şablonu, iki çocuğu evdeyken konuşma şablonu gibi sayısız kişisel şablon, büyüklerle konuşma, telefon ile konuşma, dışarıdan görünürken konuşma vs gibi sayısız toplumsal şablon aynı anda işler, birbirlerini etkiler. Bu kadar çok şablon olması, davranışı özgür yapmaz, yine de kalıp davranıştır.

Sosyolojinin ilgilendiği görevlerden biri bu kişisel ve toplumsal şablonları tespit etmek, tanımlamak, kategorize etmek olabilir. İnançların toplumdan devralınan fakat kişiye mal olan şablonlar olması gibi, duygular da kişide oluşur fakat yine de bir çoğu toplumdan hazır devralınır. Kime, ne zaman güleceğimize, kimi seveceğimize, hangi davranışa kızacağımıza tamamen kendi ürettiğimiz şablonlarla tepki vermeyiz. Bu şablonların büyük kısmı toplumdan devralınmıştır. Bu yüzden psikoloji ile sosyoloji aslında içiçedir, sadece kişisel bilinç ve toplumsal bilinç alanlarında ayrılabilirler. Şablon davranışlar konusunda işleyiş hem insanda hem de toplumda aynı şekildedir.

Bu tanımlardan sonra ortaya atacağım iddia, inançların ve duyguların aslında akıldan daha üstün, aklın bir sonraki, bir ileri aşaması olduğudur. Önce akıl ederiz, şablonlaştırırız, sonra inanırız. Artık her zaman bilinçli düşünmemiz gerekmez, inancımız bizi sağlam tutacaktır. Zaten mantığın temeline indiğimizde de en temel bilgilerin akıldan değil kabullerden kaynaklandığı ortaya çıkmaktadır (aksiyomlar, postulalar, düşünme ilkeleri gibi). Dünyaya gelen insan, edindiği bilgileri anlamdırabilmek için bir an önce inançlara ve duygulara sahip olmalıdır. Yoksa stres, korku hiç bitmez ve insan var olamaz. Varoluşun kaygısını dindiren tek beyin işlevi, tek düşünme biçimi şablonlardır yani duygu ve inançtır. Tekrar ediyorum, inanç akıldan üstündür. Bu bilgi gizli olarak “bilgi”nin tasnifinde de içerilmektedir; veri-bilgi-özbilgi-hikmet. En üstte artık saf akıl yok, inanç vardır. Hikmet dediğimiz, verinin üstünde düşünmeden yorumlayabilmemizi sağlayan şablonlarımızdır. Artık sonsuz hikmet sahibi olan bir insanın düşünmesi gerekmez, herşey daha önce düşünülmüş ve inançlara ve duygulara dönüştürülmüştür. Sorunu gördüğü anda çözüm içine doğar. Soruyla karşılaştığında verilecek cevap ilham olunur.

Dinlerin, mitolojilerin, ideolojilerin, sosyal kuramların hepsi, kenarında bilinç izcikleri olan şablonlar kümesidir. Bir bezin tüm kenarlarında için için yanması gibi, kenarlarda küçük bilinç kayıtları, yeni şablon üretimleri devam etmektedir ama bütün, bir şablonlar yumağıdır.

Peki bu şablonlar nasıl kazanılır, bir şablonumuz varken neden bir başkasını üretme ihtiyacı duyarız, bu kadar şablona rağmen nasıl özgür olabiliyoruz? Bana bu sorularla gelin.

Proximity

İnsan ilişkileri yakınlıkla (proximity) yürür.

Çocukken, her insanın bir eşi (gençken bunun adı ruh ikizi oldu) vardır, dünyanın bir başka yerinde benim eşim olacak, tamamen bana uygun, beni sevecek-benim seveğim bir insan beni bekliyor sanırdım. Sonra öğrendim ki öyle olmuyor o işler, tüm insanlara aynı mesafede değilsin, yakınlık ile yürüyor ilişkiler.

Doğal olarak yaptığın iyilik, kötülük, kayırma, eşit davranma, küsme, kavga etme, dayak atma, hırsızlık, cinayet, hediye, örnek gösterme, kıskanma, küçük görme, seksi bulma, öpüşme, sevişme, virüs bulaştırma vs her türlü insan ilişkisi yakınlık ile yürür.

Bir düğmeye basıp binlerce kilometre ötedeki insanları öldürmek dışında, teknoloji ile her insana eşit mesafede olacağımız günler gelirse bu durum ortadan kalkabilir. Her insan, bir diğerinin bakımına muhtaç, bir diğerine yardım eder, bir diğerini düşünür hale gelirse o zaman bu yaklaşım değişebilir. O zaman kadar insan ilişkileri sadece yakınlık ile yürür.

Bulup bulacağınız tüm iyilikler, belalar yakınlarınızdan gelecektir. İnsanlık hakkında fikir yürütmek istediğiniz zaman gözünüzde, yakınlarınızı model aldığınız bir insan tipi canlanacaktır. İnsanlar hakkında felsefe oluşturacağınız zaman, sosyoloji araştırması yapacağınız zaman ulaşacağınız kitle hep yakınınızda olanlardır.

Hayatı boyunca hep beyaz kuğu görüp tüm kuğular beyazdır diye düşünen insan gibi, biz de yakınlıklarımız ile tanıyoruz dünyayı. Ben bir insan sarrafıyım diyen bir kişi bile sadece yakınlarının sarrafıdır. Dünyanın başka bir yerinde, başka şartlarda , hiç tanımadığı, görmediği bir insan tipi olması her zaman mümkündür.

Bu sebeple insanların yakınlarına torpil yapması, kayırması gayet doğal insani hislerdir. Tanzanyadan yeni gelmiş bir mühendisi, ya da Marstan gelen bir mühendisi (yaratığı) danışman yapmak yerine tanıdığı bildiği birini yapmak bir başkanın en tabii hakkıdır. Yakınlıktan başka dünyayı tanıma yolumuz yok.

Yazın ne yaparız, denize gireriz. Eve dönünce baban sorar, denize girdin mi? Evet girdim babacığım. Oysa o denizin yüz milyonda biri kadar küçücük bir alanda çırpınıp durdunuz. Bunun adı denize girmek mi? Bir binanın kapı eşiğinden içeri ayak parmaklarınızı uzatsanız, ne kadar binaya girmiş iseniz, denize girmek de o kadar. Denizin tümüne girme şansımız yok. Dünyanın tümüne girme (gitme) şansımız yok. Hakkında fikir yürüttüğümüz evrenin tümüne girme (görme) şansımız yok. Yakınlığa mahkumuz. Tüm evren hakkındaki fikirlerimiz sadece yakınlıklarımızdan kaynaklanıyor.

Bilinçsizlik

İnsanlar normalde günün çok büyük bir bölümünde bilinçsiz yaşarlar.

Bbilinç her an lazım bir yetenek değil. Stres altında ortaya çıkar. Bir kısım halk kitlesini kKötülemek için söylemiyorum, ben de böyleyim, her insan böyle, kesin görüşüm bu.

Bilinç dışı davranışlar otomatiktir ve toplumla doğrudan ilişkilidir. Takım ruhu, şirket ruhu, milli duygular, aile bağı gibi asabiyet duyguları bundan kaynaklanır. Bu otomatikliğe, işleyiş olarak değil, incelemek için ortak akıl diyebiliriz. Yani toplumun ortak bir mekanizmasında işleyen bir ortak akıl değil, sonuç olarak tek bir beyinden geliyormuş gibi görünen ortak akıl.

Bir şehrin bir başka şehirden farklı davranması beklenen bir davranıştır (bana göre beklenen, aynı fikirde başka sosyolog var mı bilmiyorum). Maske takan, takmayan, aptal, zeki, yaratıcı, koyun sürüsü, özgürlükçü, muhafazakar vs toplum özellikleri bir takım (üç beş) stresli insan tarafından üretilip bir şekilde topluma mal olur. İnsanlar taklitle öğrenerek toplumda kendilerine düşen rolleri yerine getirirler. Zor, karmaşık bir problemle karşılaştıklarında strese girerler. Çoğu bu durumla baş edemez, sorundan kaçmayı tercih eder (vazgeçmek, toplumsal rolünü değiştirmek, intihar etmek vs) ya da işin uzmanından yardım almayı dener (psikolog, emlakçı, avukat, tanıdık, ebeveyn, öğretmen vs)

Bir takım stresli insan ise çözüm bulmaya çalışır, yeni fikirler üretmeyi dener. Buldukları çözüm, doğru olsun ya da olmasın bir başka kişiye yol gösterir. İkinci, üçüncü ve giderek bir çok kişi tarafından taklit edilerek toplumun ortak aklına mal olur. İki kişiye yaydığınız yeni bir fikir, üç saat içinde tüm şehrin üzerinde düşündüğü, taraf ya da karşı olduğu bir fikir haline gelebilir.

Bir insan bir şeyi ilk defa düşündüğünde, zor bir şeyi anladığında, bir problemi çözdüğünde, yeni bir teknoloji icat ettiğinde, ikinci insanın aynı şeyi düşünmesi anlaması daha kolay olur. Bir problem hakkında yüzyıllarca yanlış bir fikre sahip olan insanlar, tek bir kişinin bakış açısını değiştirmesinden sonra eski gözlüklerini çıkarıp yeni gözlüğü takarlar ve o güne kadar kimsenin anlamadığı şeyi kolayca anlarlar. O kadar iyi anlarlar ki, yüzyıllarca düşünülmeyen fikir, zamanla ilkokul bilgisi seviyesine kadar iner.

Bir insanın bir konu üzerinde çabalaması dahi, diğer insanların aynı konuda fikir geliştirmelerine yardımcı olur. Bir şekilde insanlar ortak akıl kullanıyorlar. Stresli olduğunuz an, bilinciniz ortaya çıktığında, katkıda bulunacak fikriniz varsa bulunun. Toplum anlar.