Astrolojinin Yükselişi

Psikologlar ve nörobiyologlar beyni anlamada yapay zekayı model almanın önemini ne zaman anlayacaklar bilemiyorum ama yapay zekanın yakınlık ilişkilerinden tahmin edebilme yeteneği astrolojinin yeniden yükselişine sebep olacaktır. Fakat günlük uydurulan burç yorumları değil, periyodik gerçekleşen olaylar, evrendeki hareketler, zaman – mekan ilişkisi olarak astroloji. Yani sadece iki üç yıldıza gezegene bakarak, “mars güneşin arkasında bu yıl barış olacak ama seneye çok kötü şeyler bekliyor” gibi bir astroloji değil.

İyi bir hekim, daha doğrusu tecrübeli ve iyi bir hekim, yıllar boyunca gördüğü, muayene ettiği hastalar ile eğittiği beynindeki nöron ağları sayesinde hastaları görür görmez şikayetlerini anlar hale gelebilir. Bu görür görmez ifadesi, yürüyüşünden, ses tonlamasından tutun kıyafet tercihinde, oturduğu semte, maddi durumuna kadar yayılabilir.

Bir psikolog danışanını, şu davranışı yapmışsa böyle biridir, böyle bir tepki görmüşse şöyle yapmalıdır şeklinde pozitivist bir yaklaşımla algoritmik olarak ele almaz. Tüm hayatı ile, geçmişi, gelecek planları, aile çevresi, iş çevresi, ideolojisi, felsefesi ile ele alırsa ancak başarılı bir analiz ve yönlendirme yapabilir.

Eski çağ filozofları gibi iki paragrafta anlatılacak bir şeye 300 sayfa kitap yazacak değilim. Bu veçhile ile astroloji de eski aşağılanmış, akıl dışı halinden yeniden doğacak, yapay zeka desteği ile yeniden saygıdeğer bir alan haline gelecektir.

Ne burcuydunuz bu arada?

EYT’ye hayır

Sistem karşıtı küçük çocuklar. Sistem varsa siz varsınız. Babanızın kuralları annenizin kanatları altında, hayatı beğenmeyip eleştirerek sistem muhalifi olmaya başlarsınız. Bu arada anneniz babanız ölse muhalifliğiniz altına çişini yapa yapa kaçar.

Kölelik zamanında efendilerle köleler arasındaki ilişkileri yöneten, kraldan çok kralcı köleler vardı, köleliğin kalkmasına en çok itiraz edenler arasında yer aldılar.

Sistem karşıtı olarak yaşıyorsunuz, asi çocuksunuz, ama sermayeden bir hak koparılacağı zaman ilk önce siz karşı çıkıyorsunuz. Tabii ki EYT sistemin dengelerini bozacak, sermayenin eline koz verecektir. Ama sizi 65 yaşında emekliliğe zorlayan da aynı sermayedir. Sermaye sizi, maliyetleri yükseltmemeniz için yaşama hakkı olmayan sülükler olarak görür. Ne kadar suyunuzu çıkarsalar o kadar verimli olursunuz. Verimlilik denen kavram nedir? Sanayii devrimi ve fordizm ile ortaya çıkmış idealize bir kavram. Ne için daha verimli olmalıyız, kim için daha çok kazanmalıyız? Tabii ki hiç bitmeyen düşmanlar için, rakipler için, bizim kötülüğümüzü isteyen insanlar için. Daha verimli olmak için fordizm insanları makine parçasına dönüştürdü. Şimdi robotlar ve yapay zeka bu iş gücünün yerine geçmek üzere. Peki şimdi nasıl verimli olacaksınız? Nasıl daha çok çalışacaksınız? Ben çalışkanım, devletim için, milletim için, takımım için, ailem için, şirketim için, kurumum için, ilçem için, apartmanım için vs daha çok çalışırım, asla vaktimi boşa harcamam, verimsizlik yapmam. Kendinizi iyi hissetmek ve hayatta tutmak için bu gibi idealleriniz olabilir. Oysa o ideallerinize temel olan devlet, millet, takım, aile, şirket vs bir gün size çok boş ve anlamsız gelecektir.

Yasalar çıkar eleştirirsiniz. İktidar bir karar alır eleştirirsiniz. Başkan, bakanlar bir konuşma yapar, dalga geçersiniz. Bir kurumun genel müdürü bir açıklama yapar, kimlerin eline kaldık dersiniz. Görünüşte sistemin muhalifisiniz. Sistem yanlış size göre. Sistem var ki muhalif olabiliyorsunuz. Oh ne al, hazır sistemi koy benim karşıma, ben açıklarını bulayım muhalif olayım. Gel sen yönet, sen kur sistemi, başkaları seni eleştirsin.

Sonra da bu kadar eleştirdiğiniz, açığını aradığınız sistemi, sermayeden bir cırmık koparmak isteyen EYT gibilerinin bozacağından korkup şiddetle sistem savunucu haline gelirsiniz.

Sistem gerçekten sosyal güvenlik primleriyle mi işliyor sanıyorsunuz? Her yıl bütçede sosyal güvenlik kendi bütçesini yapıyor, ülke bütçesine hiç katılmıyor mu sanıyorsunuz? Peki orada biriken para nasıl değerlendiriliyor, hangi yatırım araçlarına gidiyor, kredi vermek için, fonlamak için kullanılmıyor mu? Tazminat ödeyecek patronlar birden yük altında kalacaklar, peki bu zamana kadar yedikleri parayı neden biriktirmediler, biriktirdilerse onlarda çalışanın hiç mi payı yok? Çalışan üzerinden yapılan tek kazanç sosyal güvenlik primi ve vergiler mi sanıyorsunuz? Bir çalışanın, toplam verimlilik oranı ile ne kadar servete yol açtığını, gelirde ne kadar payı olması gerektiğini hesaplayabilir misiniz? Çalışanlardan gelmiyorsa bir ülkenin geliri nereden geliyor?

Benim işim var iyi kazanıyorum, zaten EYT yaşında emekli olmam, EYT’ye karşıyım. Peki işi olmayan, ileri yaşta iş de bulamayacak olan yaşamasın mı? Bu kadar mı sistem savunucusunuz, yoksa o sermaye siz misiniz? Karınca mısınız siz, tekrar düşünün, ağustos böceği olmayasınız?

Hakkıyla ya da üç kağıtla engelli raporu alarak emekli olan, sonsuz geliri olduğu halde gelir beyan etmeyip yeşil kart gibi hizmetlerle devletten faydalanan, baba parası ile rahatlıkla okuyabilecekken burs alan, işi daha iyi ve dürüstçe yapabilecek başka firma varken tanıdık ya da rüşvet yardımı ile ihale alan insanların sayısını, sisteminize getirdiği yükü biliyor musunuz? Bunları düzeltebilir misiniz yoksa sadece tweet atıp, makale yazıp, video çekip, kahvede konuşup muhabbet ratingi mi ararsınız?

Sermaye size hiç bir hakkınızı gönüllü olarak vermeyecektir. Her geçen gün çok daha verimli sistemler geliştirilmiş olmasına rağmen çalışan insanların hakları ve gelirleri asla artmamaktadır, artmayacaktır. Bu mücadelede sermayeden koparılabilen her hak mübahtır. Çünkü sermaye de size öyle bakmaktadır. Sizden alınan her vergi, her harç, her komisyon, her faiz aslında makul bir dayanağa değil, sizi sistemde bırakmaya yetecek şekilde belirlenmektedir. Ekonomi okurken bir malın fiyat hesabında maliyetten bahsedilir, oysa mal sadece sizi alabilirin sınırında tutacak şekilde belirlenir. Siz de bu arada komşunuzdan, lise arkadaşınızdan, bacanağınızdan daha iyi konumda olduğunuz için boş boş övünür durursunuz.

Cehennemde türklerin kazanı başında zebani olmadığı fıkrası aslında sermaye cehenneminde, çalışanın kazanı başında zebaniye ihtiyaç olmadığı şeklindedir. Siz birbirinizi aşağı çektikçe sermayenin sizi sistemde tutmak için oluşturduğu kültür dünyasına çok fazla özen göstermesine bile gerek yoktur.

Aferin size.

önce sakal edin, sonra konuş

tüm ülkeler birbirine borçlu,

tüm ülkeler tüm borçları ödemeye kalksalar,
ne yetecek ne para var,
ne pul (coin)
ne de altın…

ekonomi bir oyun derken,
istatistik gibi kan/şeker/röntgen/mr/ct gibi anlık bir kesit tahlil derken,
yüzde hesabı alışveriş için değil sadece istatistik için mantıklı derken,
bahçeden çöp toplamanın, sevdiğin işi yapmanın maliyeti mi olur derken,
sakalı olmayan kişi

Özgürlük mü delilik mi?

Akıllıca davranmak nedir? Her durumda yapılması gereken en uygun davranışı göstermek değil midir? Şartlar ne gerektiriyorsa o. Şartların bir tarafında kişi var. Kişinin menfaatleri var. En büyük menfaati hayatta kalmak. Hayatta kalmak dışında, unvanını korumak, maddi durumunu korumak ya da iyileştirmek, haklı çıkmak, aldatılmamak vs karar verilmesi gereken bir çok durum. Bunlar şartlar. Şartlar zorlaşıp insan sıkışmış hissettiği zaman genelde çıkış yolları azalır hatta teke düşer. Tek çıkış yolu varsa aklın yolu birdir denir. Yanlış davranış sonsuz sayıda olabilir. Şartlarla hiç ilgilenmeden hayatına devam edebilir, şartları kötüleştirecek bir davranışta bulunabilir. Aslan yaklaşıyorsa yapmanız gereken kaçmak ya da savaşmaktır. Savaşmak için aslanı yenebileceğiniz gücünüz, silahınız olması gerekir. Bunların haricindeki tüm davranışlar yanlıştır. Aslan üzerinize doğru gelirken, ağaçtan muz toplamanız doğru bir davranış değildir. Kişinin yapması gereken en akıllıca davranış çoğunlukla yapmaya mecbur olduğu davranıştır.

Yani akıllıca davranmak demek şartların bizi zorladığı şekilde davranmak demektir. Şartlar zorluyorsa neden-sonuç ilişkisi yani nedensellik var demektir. Neden böyle davrandığınızı açıklayabilirsiniz demektir. Açıklanabilen davranış akıllıca davranıştır. Neyi neden yaptığını bilen bir kişi davranışlarını açıklayabilir, demek ki akıllıca davranmıştır, bile bile yanlış yapan insan, davranışlarını açıklasa bile bu bize “akıllıca” gelmeyecektir. Akıllı davranış yapmaya mecbur olduğunuz davranıştır, sizden beklenen davranıştır. Hayatta kalmanız için seçmeniz gereken yoldur.

Burada özgürlüğün yeri neresi? Özgürce davranmak, şartların zorladığı şekilde davranmak olmamalı. Sizden beklenen tek hareketi yapmanız özgür olmadığınız anlamına gelmez mi? Dışarıdan bakıldığında özgür bir kişi olarak görünmeniz için, sizden beklenen, tam da yapmanız gereken, “o şartlarda kim olsa aynısını yapardı” denen şeyleri değil beklenmeyen davranışları yapmanız gerekmez mi? Yani özgürce davranmak aslında beklenmedik şekilde davranmak olmalı. Yoksa yapman gerekeni yapmak özgürlük müdür? Ayçiçek yağı fiyatları artacak bilgisi aldığınızda, 20-30 litre ayçiçeği yağı almaya koşuyorsanız, bu zaten sizden beklenen davranış değil midir? Ya da kahve çok sağlıklı, kalbe iyi geliyor, her köşede bir kafe var, gençler kahve içer vb. kültürel öğelerin yoğunlaştığı bir ortamda çay yerine kahve içmek sürüden ayrılmak mıdır yoksa bir sürüden ayrılıp diğer sürüye girmek midir?

Gençlerin ebeveynlerinden farklı davranmaya çalışarak yaptıkları şeyler, aslında diğer tüm gençlerin de yaptığı şeylerdir. Orta yaşa geldiklerinde ya da yaşlandıklarında kendi kuşaklarının aslında tamamen aynı şeyleri sevip aynı davranış biçimlerini tercih ettiklerini görürler ve bir kuşak etiketine sığınmak çok da yanlış gelmez. Oysa gençken aynı davranışları özgürlük adına yapmışlardı. Yani özgür olmak bir sürüden ayrılıp diğer sürünün koyunu olmak mıdır, yeni kurulan sürünün? Siyasetten sıkılıp bir partiden istifa edip, başka bir partiye geçmek gibi sanki. Bir müzik türünü, eski ya da avam bulup başka bir müzik türünün dinleyicisi olmak gibi. Kişinin tek başına üretip dinlediği bir müzik türü olmadığı sürece hep bir başka sürünün dinlediği müzik olmayacak mı bu yeni tür?

Özgürlüğe geri dönersek, özgürlük biraz delilik midir? Beklendiği gibi davranmamak. Nasıl davranacağının tahmin edilememesi. Başka türlü nasıl “bu adam özgür” denebilir ki. Nasıl davranacağı belli ise nasıl özgür olabilir?

Peki özgür seçimi ile sürüye katılmayı seçerse insan, özgür değil midir? Şartları bilerek, anlayarak, değerlendirerek, kendi özgür iradesi ile “beklendiği gibi” davranan bir kişi özgür değil midir? Demek ki bir kişinin davranışlarına düşüncelerine dışarıdan bakarak “özgür” olmadığı konusunda bir fikir beyan etmek çok da doğru değil. Özgürce köle olmayı seçmiş bir insan özgür değil midir?

Dünyayı gezip görüp, köyüne yerleşen bir insan, dışarıdan sıkıcı ya da monoton görünen bir hayatı kendi huzurlu iradesi ile yaşayan bir insan, özgür olduğunu hissederek kurallara, beklentilere uygun yaşayan bir insan özgür değil de nedir?

Yoksa özgürlük sadece delilik midir?

E, yeter.

Elli yaşımı geçtim, hala neden yaşadığımı bilmiyorum.

Zaman zaman psikiyatrik ilaçlar ile zaman zaman iş yoğunluğu ile bu arayışı unuttuğum oldu. Ama içimde hep takılı kaldı.

Ne kadar yoğun iş yaparsam yapayım ve bu işler ile ne kadar başarı, mutluluk, karizma, gelir vs. elde edersem edeyim, aslında hepsinin boş olduğunu, trenin gittikçe son istasyona yaklaştığını hiç aklımdan çıkaramadım. Camdan bakıyorsun dışarısı görünüyor, her şey geçiyor, her şey geride kalıyor. Her şey geçmiş oluyor. (oysa tren gidiyor, her şey yerli yerinde, tıpkı 45’lik plak üzerindeki izlerde kazılı konser kaydı gibi, iğneyi üstünde döndürürsen müziğin icra edildiğini sanıyorsun, oysa plak dönüyor ama kendine göre sabit, iğne sabit, titreşimden elde edilen bir anlık enerji değişikliğini müzik diye konser diye dinleyip, “bak işte ses bu, eser bu, yaşam bu” diyorsun. Trenin camından geçip giden her şey de yerli yerinde duruyor. Tren de gidiyor sayılmaz aslında, o yerli yerinde duran şeylere referans ile gidiyor. Yoksa kendi içinde o da gidiyor mu duruyor mu çok önemli değil.

Her neyse bu görecelilikten daha önemlisi, treninin içindeki ben, gözleri hep dışarıda gelip geçen hayatı gören, bir kısmını canlı canlı hatırlayan, bir kısmını daha önce gördüm sanan ben, nasıl olup da trenin içindeki faaliyetlere konsantre olacağım ve bir gün son istasyona ulaşacağımı unutacağım? Görüyorum işte, gözümün önünde biten bir yolculuk var. Başladığı anda bitmeye mahkum.

Tren yolculuğu ile kıyaslayınca benim hayatımın en büyük anlamı da son istasyona ulaşmak. Trene binmek değil. Çünkü trene binmeyen sonsuz tane insan var, var diyorum ama hiç var olmamışlar. Biz var olmuş olanları biliyoruz ve 8 milyar tanesi ile aynı trendeyiz. Trene bindikten sonra yolculuk anlam kazanıyor ve tek anlamı varmak. Yani var olmak aslında varmak. Yani ölmek.

Hayatta en büyük amaç ölmek.

Küçük bir çocukken, hatta üniversite yaşlarımda bile, 50’ye kadar yaşasam yeter diyordum.

Şimdi elliyim.

E, yeter.

KÖTÜ ARKADAŞ

Arkadaşlık mevhumuna küsüm ben. Arkadaşlarım hep menfaatçi oldular. Kıskandılar, borç aldılar, yemek ısmarlattılar, sigaramı içtiler, evimde kaldılar, işimde bilgimden istifade ettiler, işleri bana yaptırıp kendileri sundular, vs. Hep kötü hep kötü. Arkadaşlık kötü bir şey, kimseye tavsiye etmem.

Diyordum yıllardır ki, elli yaşımda fark ettiğim bir şey var, ben hiç arkadaş edinmedim ki. Onlar beni buldular. Onlar gelip benim arkadaşım oldular. Üniversitede uzaktan aşık olduğum bir kızdan duyduğum bir söz vardı, tezgahı bal olanın sineği bol olur diye, belki bir atasözüdür ama ben ondan duydum sadece. Ben kimseye gidip de arkadaşlık kurmaya çalışmadım, kimseye ihtiyaç duymadım. Kimseyi bana katkısı olur diye örnek görüp, yanına sokulup sömürmeye çalışmadım. Kendimden üstün gördüğüm insanlar oldu elbet, bundan bilgi alırım arkadaşım olsaydı diye düşündüğüm ama hiç yanaşmadım bu amaçla.

Benim arkadaşlarım ise hep beni buldular. Onlar da benim sineğimdi. Onlar da beni hedef olarak görüp yanaşmışlar, benden kopardıkları bir dal sigarayı kar saymışlardı. Kah üniversitede, kah iş hayatında edindiğim tüm arkadaşlarım, aslında beni arkadaş edinmişlerdi. O yüzde bütün arkadaşlarım kötüydü. O yüzden hiç bir arkadaşın bana faydası olmadı bugüne dek. Tamam oturup konuştuğumuz, aynı kafada buluştuğumuz oldu ama totalde hep ben verdim.

Siz de arkadaşlık ilişkilerinizde neden hep verici olduğunu sorguluyorsanız, bir dönüp bakın, onları siz mi arkadaş edindiniz, onlar mı sizin eteğinize yapıştı? Onları kötüleyin, aşağılayın anlamında söylemiyorum ama sizi sömürmek için gelenlere arkadaş etiketini yapıştırıp sonunda arkadaş kavramını kötüleyen sizsiniz. İnsan ilişkilerinizi güçlendirin, eşit arkadaş edinmeyi siz kendiniz başarın. O zaman sömürülmezsiniz. Ya da sizden üstün insanlara arkadaş olarak yamanın, ileride onlar sizden şikayet etsin 🙂

Neden aşı olmuyorlar – çelişkiler

Çelişkiler

t) Sinovac çok etkili değil (başlarda %90 civarı idi, şimdilerde %35-60’lara kadar düştü)
a) Sağlık çalışanları sinovac ile aşılandı ve şimdi sağlık çalışanlarını kaybetmiyoruz deniliyor, demek ki sinovac etkili!?

t) aşıda çip olsa, zararlı olsa, kısırlık yapsa vs. ilk önce Avrupa kendine yapar mı?
a) bize aynı aşının geldiğini nereden biliyoruz, hatta aşı geldiğini nereden biliyoruz?

t) aşı genetiğimizi değiştirmiyor, virüs koduna tanışıklık sağlıyor
a) aşı mRNA aşısı, virüs parçasını vücut hücrelerimize ürettiriyor, yani vücudumuz normalde o parçayı üretmiyor, aşı yaptırıyor bunu, bu genetiği değiştirmek değilse de zorlamak değil mi?

covid-19 sokakta yürürken düşüp ölmelere sebep oluyordu, bu kişiler o aşamaya kadar nasıl nefessiz kalmıyorlardı? şimdi neden yok? onlar düşüp ölerek ilk varyasyonun yok olmasına mı neden oldular?


ilk başlarda, corona virüsün öldürücü etkisinin bağışıklık sisteminin şiddetli tepkisi aracılığı ile akciğerin tıkanması yolu ile gerçekleştiği söyleniyordu,
aşı ile aktive edilen bağışıklık sistemi tepkisi yükselirse tehlikeli olmaz mı? bağışıklık sistemini güçlü tutmak iyi bir şey mi?

maske takmak koruyordu, korumuyordu,
virüs çok küçüktü maskeden geçiyordu, damlacıklar büyüktü maskeden geçmiyordu,
hasta olan maske taksa daha iyiydi, sağlam olan da takmalıydı,
asıl bulaş yolu damlacıktan çok yüzeylerden alınan virüsün elle solunum sistemine taşınması idi,
maskelerin sık sık değişmesi gerekiyordu,
maske takmak diğer bakteri enfeksiyonlarının artmasına neden oluyordu,
maske takmak daha tehlikeli olabiliyordu,
aşı olsak da maske takmaya devam etmemiz gerekebiliyor,
lokantalara girerken maske çıkar çıkarken tak vs. nasıl işliyor bu,
Avrupa ülkeleri maske yasaklarını kaldırıyorlar vs. hangi ucu doğru bunun?

t) mRNA aşılarını ilk kez kullanıyoruz, uzun dönem etkilerini henüz bilmiyoruz
a) aşının etkisi 2 ayda vücuttan çıkar, en uzun dönem etkisi bu kadardır

t) aşının uzun vadeli etkisi yok, bir çok ilaç gibi yaklaşık 2 ayda tamamen vücuttan atılır
a) her yıl ya da 6 ayda bir aşı olmamız gerekebilir, bu rutinimiz olabilir

tvdeki bilim adamları(!) neden mobilyacı gibi “benim bir tanıdığım”, “ben” gibi tekil örnekle ispata yelteniyorlar, böyle araştırmacı olunuyorsa ben de doktora yapmak istiyorum lütfen.

şöyle bir hikaye var: çin bir enfeksiyon kaynağını zorunlu olduğu halde bildirmedi, dsö çin’i cezalandırmak için pandemi ilan etti, pandemi önlemleri ile gribi ve bir çok enfeksiyonu bitirebileceklerini düşünüp oyuna devam ettiler, sağlık sektörü kaynağı keşfetti ve pandemiyi yönetmeye başladı. devletler kısıtlamalardaki kontrol gücünü sevdiler ve pandemiyi yönetimine katıldılar. bu hikaye neden hala inandırıcı?

Güzel günler göreceğiz çocuklar

“Cennette arsa satmak” diye abartılan, aritmetik bazı ibadetler karşılığında cennette ne istersen onu alırsın, vaadi ile, güzel günler göreceğiz çocuklar, vaadi arasında ne kadar fark var?

Acaba ikisi de “farklı adlandırılmış” inancı kullanarak çocukları “tüketici”, maddi tüketici,, kültür tüketici, fikir tüketici, ideoloji tüketici, özgürlük tüketici, devrim tüketici, vs yapmaktan ibaret değil mi?

Devrimden sonraki güzel günler, aydınlık, özgürlük, ezilenlerin hürriyeti, zalimlerin devrinin sonu gibi hazır kalıp düşünceler, aile-toplum-devlet eğitiminden gelen hazır-kalıp düşüncelerden kurtulmak isteyen çocukları kandırmak için sanki beraber keşfediliyormuş gibi ama gerçekte “tıpkı din benzeri ideolojiler” gibi çoktan hazırlanmış, paketlenmiş, metalaştırılmış, piyasaya sunulmuş, sözde “underground” oysa tamamen kontrol altında düşünceler değil mi?

Gerçekten güzel günler görecek miyiz yoksa sadece daha fazlasını mı istiyoruz? Gerçekten anne-babamıza-devletimize-düzene karşı çıkabiliyor, yeni fikirler ortaya koyabiliyor muyuz yoksa sadece cumhuriyetçi ve liberal iki partiden diğerinin avucuna mı düşüyoruz?

Aslında tüm düşünceler, cennetin geçmişte ya da gelecekte olmasına indirgenebilir. Taocu ya da ying-yang benzeri ikili düşüncelerin izlerine her yer rastlanabilir. Muhafazakarlar, cenneti geçmişte görürler, geçmişte herşeyin çok daha güzel olduğunu, toplumun daha ahlaklı, güvenli, mutlu, sağlıklı olduğunu artık düzenin yavaş yavaş bozulduğunu, bir an evvel tedbir alınmazsa gittikçe daha da kötüleşeceğini ve hatta kendi ömürleri süresi içinde kıyamet kopacağını düşünürler. Diğerleri de tam tersi, kaostan geldiğimizi, bir nevi kıyametten geldiğimizi, cennetin gelecekte olduğunu, eskiden her şeyin daha kötü, ilkel, barbar, adaletsiz, huzursuz, sağlıksız, karanlık olduğunu, oysa tüm toplum hep beraber bir an önce bilimin ışığında hareket ederek gelecek güzel günleri yaratabileceğimizi, ömrümüzü uzatabileceğimizi, sağlık, mutluluk ve huzurun bilim sayesinde gelecekte olduğunu düşünürler.

Sağ, sol, gerici, ilerici, dinci, felsefeci, genç, yaşlı, aydın, cahil, batılı, doğulu, beyaz ırk, siyah ırk ve bunun gibi her türlü birbirine karşıt gruplaşmalar temelde bu düşünce biçimine indirilebilir.

Yani çocuklar ikisi de aynı.

Bilim de bir inançtır, inanç ta bir nevi bilmektir. Cahillik diye bir şey yoktur, 2 yaşındaki bir çocuğa bile sorsanı her konuda açıklaması vardır. İnsan etrafını açıklayamazsa yaşayamaz. Dolayısı ile cahillik yoktur, bir sosyologun dediği gibi paradigma değişimi vardır, yanı bakış açısı farkı.

Not: akademisyen olmadığım için mümkün olduğunca referans kullanmamaya özen gösteriyorum. Tüm yazdıklarım referanssız kendi uydurmamdır (devlerin omzuna basmadan böyle bir şey mümkünse 🙂

Videodaki nesnelerin anlamı

Yok masaüstünde vazo varmış, yok arkada televizyonda nigar kanlı oynuyormuş, yok hikaye kitabı varmış. Sen ona anlam verirsen onların anlamı olur. Mars yüzeyinde bir şekil var, teleskopla bakınca görünüyor, bakmazsan, görmezsen onun anlamı nedir? Ormanda düşen ağacın sesi çıkar mı meselesi. Anlam verirsen anlamı olur. Bu blockchain gibi bir şey.

Şimdi durduk durduk, blockchain dönemindeyiz diye blockchaine mi benzettik? Yoo, ortak anlam kurabilmek için elimizde ne varsa onu örnek verebiliriz. Kutsilleşme (Friztation) desem anlayacak mısınız? Hayır tabii ki, öyle bir şey yok çünkü bugün elimizde. İleride çıktığında onu örnek verebiliriz. Anlam üretmek blockchaine halka eklemek gibidir. Zincirin diğer halkaları da onu kabul ederse anlamı olur. Sen o masaüstündeki ikonlara anlam veriyorsan önemi var. Acaba arkadaş ne anlatmak istiyor? Arkadaş konuşuyor zaten söyleyeceğini söylüyor, masaüstü ikonları da onun sözlerinin bir kısmı. Sözlerine anlam veremiyorsan ikonlarına neden anlam veriyorsun? Candan konuşuyor bahar, içten konuşuyor, bariz trollüyor, psikolog olmaya hipnoz yapın bilinçaltına erişmeye gerek yok, sen dinlediğin sürece o da konuşacak, dinlemeyi bırak o da rol yapmasın. Sen istediğin için rol yapıyor o, sen sevdiğin için, sen öyle olmasını istediğin için.

Bence ilkokulda herkese taoculuk öğretilmeli. Din olarak değil, düşünce biçimi olarak. Taoculuğa çok önem verdiğimden değil, adını değiştirelim ya da aynı içerikte başka düşünce biçimini koyalım fark etmez. Önemli olan fark etmeyi, görebilmeyi öğretmek. Fark etmek çok zor gibi anlatılır. Resimdeki 7 farkı bulun oyunu gibi, ormanda saklanan bir çift etobur gözünü fark etmek gibi. Oysa fark etmek ikili (binary) bir işlemdir. İkili, dialektik gibi. Bir şey varsa, onun olmadığını düşün, neden var olduğunu düşün, neden düşünmen gerektiğini düşün, neden bir, neden şey, neden var, neden rav değil, neden rib değil, neden yazılı, neden bir önerme, neden ben, bunlar. Basit sorular, evet-hayır, var-yok, gelir-gelmez, renkli-renksiz, geniş-dar, sadece ikili düşünün, fark etmeyi öğrenin. Yeter, arkasında ne komplo var şüphelenmenize gerek yok. Çünkü önünde de komplo olabilir, komplo olması da komplo olabilir, seni inandırmak da komplo olabilir, başka bir şeyi dikkatten kaçırmak da komplo olabilir, ikili düşün, basit, sade, yeter.

Windowsu takdir etmek

Windows ve öncesinde DOS işletim sistemlerini herkes takdir eder. Windowstan yıllar önce geliştirilmiş vms sistemini kullandıktan sonra, hatta unix, ve hatta hiç varolmamış sayılan cpm’i bile gördükten sonra windowsu, özellikle de bilgisayar teorisi gözüyle takdir etmemek elde değil.

Takdirlerimin iyice azalmasına neden olan windows 10’da, yıl olmuş 2021, hala çok beğendiğim özelliklerden bazıları (bunların bir çoğu aslında tüm işletim sistemlerinin ve ui’lerin sorunu):

  1. Tam bir butona tıklayacağım alanda, aynı mikrosaniyede kendiliğinden açılan bir başka pencereyi tıkladığımı sanan windowsu gerçekten takdir ediyorum. Misal, systemtraydaki vpn uygulamasını tıklamışım, şifre yazmışım, tam bağlan butonuna basıyorum, mail uyarısı çıkıyor, windows da benim o uyarıyı 3 ms’de okuduğumu ve onu açmaya karar verdiğimi düşünüyor haklı olarak. Takdir ediyorum.
  2. Mouse ile de oluyor ama touchpad ile bir dosyayı açmak için çift tıkladığımda, asıl niyetimin o dosyayı açmak değil, adını değiştirmek olduğunu hisseden windows’un yapay zekasını gerçekten gönülden takdir ediyorum. Gerçekten açmak istesem, o rename durumundan çıkarım, rename anlaşılmasın diye dosya adını değil de sağındaki boşluğu tıklamaya özen gösteririm. Bunda anlamayacak ne var!
  3. devamı var….