EYT’ye hayır

Sistem karşıtı küçük çocuklar. Sistem varsa siz varsınız. Babanızın kuralları annenizin kanatları altında, hayatı beğenmeyip eleştirerek sistem muhalifi olmaya başlarsınız. Bu arada anneniz babanız ölse muhalifliğiniz altına çişini yapa yapa kaçar.

Kölelik zamanında efendilerle köleler arasındaki ilişkileri yöneten, kraldan çok kralcı köleler vardı, köleliğin kalkmasına en çok itiraz edenler arasında yer aldılar.

Sistem karşıtı olarak yaşıyorsunuz, asi çocuksunuz, ama sermayeden bir hak koparılacağı zaman ilk önce siz karşı çıkıyorsunuz. Tabii ki EYT sistemin dengelerini bozacak, sermayenin eline koz verecektir. Ama sizi 65 yaşında emekliliğe zorlayan da aynı sermayedir. Sermaye sizi, maliyetleri yükseltmemeniz için yaşama hakkı olmayan sülükler olarak görür. Ne kadar suyunuzu çıkarsalar o kadar verimli olursunuz. Verimlilik denen kavram nedir? Sanayii devrimi ve fordizm ile ortaya çıkmış idealize bir kavram. Ne için daha verimli olmalıyız, kim için daha çok kazanmalıyız? Tabii ki hiç bitmeyen düşmanlar için, rakipler için, bizim kötülüğümüzü isteyen insanlar için. Daha verimli olmak için fordizm insanları makine parçasına dönüştürdü. Şimdi robotlar ve yapay zeka bu iş gücünün yerine geçmek üzere. Peki şimdi nasıl verimli olacaksınız? Nasıl daha çok çalışacaksınız? Ben çalışkanım, devletim için, milletim için, takımım için, ailem için, şirketim için, kurumum için, ilçem için, apartmanım için vs daha çok çalışırım, asla vaktimi boşa harcamam, verimsizlik yapmam. Kendinizi iyi hissetmek ve hayatta tutmak için bu gibi idealleriniz olabilir. Oysa o ideallerinize temel olan devlet, millet, takım, aile, şirket vs bir gün size çok boş ve anlamsız gelecektir.

Yasalar çıkar eleştirirsiniz. İktidar bir karar alır eleştirirsiniz. Başkan, bakanlar bir konuşma yapar, dalga geçersiniz. Bir kurumun genel müdürü bir açıklama yapar, kimlerin eline kaldık dersiniz. Görünüşte sistemin muhalifisiniz. Sistem yanlış size göre. Sistem var ki muhalif olabiliyorsunuz. Oh ne al, hazır sistemi koy benim karşıma, ben açıklarını bulayım muhalif olayım. Gel sen yönet, sen kur sistemi, başkaları seni eleştirsin.

Sonra da bu kadar eleştirdiğiniz, açığını aradığınız sistemi, sermayeden bir cırmık koparmak isteyen EYT gibilerinin bozacağından korkup şiddetle sistem savunucu haline gelirsiniz.

Sistem gerçekten sosyal güvenlik primleriyle mi işliyor sanıyorsunuz? Her yıl bütçede sosyal güvenlik kendi bütçesini yapıyor, ülke bütçesine hiç katılmıyor mu sanıyorsunuz? Peki orada biriken para nasıl değerlendiriliyor, hangi yatırım araçlarına gidiyor, kredi vermek için, fonlamak için kullanılmıyor mu? Tazminat ödeyecek patronlar birden yük altında kalacaklar, peki bu zamana kadar yedikleri parayı neden biriktirmediler, biriktirdilerse onlarda çalışanın hiç mi payı yok? Çalışan üzerinden yapılan tek kazanç sosyal güvenlik primi ve vergiler mi sanıyorsunuz? Bir çalışanın, toplam verimlilik oranı ile ne kadar servete yol açtığını, gelirde ne kadar payı olması gerektiğini hesaplayabilir misiniz? Çalışanlardan gelmiyorsa bir ülkenin geliri nereden geliyor?

Benim işim var iyi kazanıyorum, zaten EYT yaşında emekli olmam, EYT’ye karşıyım. Peki işi olmayan, ileri yaşta iş de bulamayacak olan yaşamasın mı? Bu kadar mı sistem savunucusunuz, yoksa o sermaye siz misiniz? Karınca mısınız siz, tekrar düşünün, ağustos böceği olmayasınız?

Hakkıyla ya da üç kağıtla engelli raporu alarak emekli olan, sonsuz geliri olduğu halde gelir beyan etmeyip yeşil kart gibi hizmetlerle devletten faydalanan, baba parası ile rahatlıkla okuyabilecekken burs alan, işi daha iyi ve dürüstçe yapabilecek başka firma varken tanıdık ya da rüşvet yardımı ile ihale alan insanların sayısını, sisteminize getirdiği yükü biliyor musunuz? Bunları düzeltebilir misiniz yoksa sadece tweet atıp, makale yazıp, video çekip, kahvede konuşup muhabbet ratingi mi ararsınız?

Sermaye size hiç bir hakkınızı gönüllü olarak vermeyecektir. Her geçen gün çok daha verimli sistemler geliştirilmiş olmasına rağmen çalışan insanların hakları ve gelirleri asla artmamaktadır, artmayacaktır. Bu mücadelede sermayeden koparılabilen her hak mübahtır. Çünkü sermaye de size öyle bakmaktadır. Sizden alınan her vergi, her harç, her komisyon, her faiz aslında makul bir dayanağa değil, sizi sistemde bırakmaya yetecek şekilde belirlenmektedir. Ekonomi okurken bir malın fiyat hesabında maliyetten bahsedilir, oysa mal sadece sizi alabilirin sınırında tutacak şekilde belirlenir. Siz de bu arada komşunuzdan, lise arkadaşınızdan, bacanağınızdan daha iyi konumda olduğunuz için boş boş övünür durursunuz.

Cehennemde türklerin kazanı başında zebani olmadığı fıkrası aslında sermaye cehenneminde, çalışanın kazanı başında zebaniye ihtiyaç olmadığı şeklindedir. Siz birbirinizi aşağı çektikçe sermayenin sizi sistemde tutmak için oluşturduğu kültür dünyasına çok fazla özen göstermesine bile gerek yoktur.

Aferin size.

önce sakal edin, sonra konuş

tüm ülkeler birbirine borçlu,

tüm ülkeler tüm borçları ödemeye kalksalar,
ne yetecek ne para var,
ne pul (coin)
ne de altın…

ekonomi bir oyun derken,
istatistik gibi kan/şeker/röntgen/mr/ct gibi anlık bir kesit tahlil derken,
yüzde hesabı alışveriş için değil sadece istatistik için mantıklı derken,
bahçeden çöp toplamanın, sevdiğin işi yapmanın maliyeti mi olur derken,
sakalı olmayan kişi

KÖTÜ ARKADAŞ

Arkadaşlık mevhumuna küsüm ben. Arkadaşlarım hep menfaatçi oldular. Kıskandılar, borç aldılar, yemek ısmarlattılar, sigaramı içtiler, evimde kaldılar, işimde bilgimden istifade ettiler, işleri bana yaptırıp kendileri sundular, vs. Hep kötü hep kötü. Arkadaşlık kötü bir şey, kimseye tavsiye etmem.

Diyordum yıllardır ki, elli yaşımda fark ettiğim bir şey var, ben hiç arkadaş edinmedim ki. Onlar beni buldular. Onlar gelip benim arkadaşım oldular. Üniversitede uzaktan aşık olduğum bir kızdan duyduğum bir söz vardı, tezgahı bal olanın sineği bol olur diye, belki bir atasözüdür ama ben ondan duydum sadece. Ben kimseye gidip de arkadaşlık kurmaya çalışmadım, kimseye ihtiyaç duymadım. Kimseyi bana katkısı olur diye örnek görüp, yanına sokulup sömürmeye çalışmadım. Kendimden üstün gördüğüm insanlar oldu elbet, bundan bilgi alırım arkadaşım olsaydı diye düşündüğüm ama hiç yanaşmadım bu amaçla.

Benim arkadaşlarım ise hep beni buldular. Onlar da benim sineğimdi. Onlar da beni hedef olarak görüp yanaşmışlar, benden kopardıkları bir dal sigarayı kar saymışlardı. Kah üniversitede, kah iş hayatında edindiğim tüm arkadaşlarım, aslında beni arkadaş edinmişlerdi. O yüzde bütün arkadaşlarım kötüydü. O yüzden hiç bir arkadaşın bana faydası olmadı bugüne dek. Tamam oturup konuştuğumuz, aynı kafada buluştuğumuz oldu ama totalde hep ben verdim.

Siz de arkadaşlık ilişkilerinizde neden hep verici olduğunu sorguluyorsanız, bir dönüp bakın, onları siz mi arkadaş edindiniz, onlar mı sizin eteğinize yapıştı? Onları kötüleyin, aşağılayın anlamında söylemiyorum ama sizi sömürmek için gelenlere arkadaş etiketini yapıştırıp sonunda arkadaş kavramını kötüleyen sizsiniz. İnsan ilişkilerinizi güçlendirin, eşit arkadaş edinmeyi siz kendiniz başarın. O zaman sömürülmezsiniz. Ya da sizden üstün insanlara arkadaş olarak yamanın, ileride onlar sizden şikayet etsin 🙂

Neden aşı olmuyorlar – çelişkiler

Çelişkiler

t) Sinovac çok etkili değil (başlarda %90 civarı idi, şimdilerde %35-60’lara kadar düştü)
a) Sağlık çalışanları sinovac ile aşılandı ve şimdi sağlık çalışanlarını kaybetmiyoruz deniliyor, demek ki sinovac etkili!?

t) aşıda çip olsa, zararlı olsa, kısırlık yapsa vs. ilk önce Avrupa kendine yapar mı?
a) bize aynı aşının geldiğini nereden biliyoruz, hatta aşı geldiğini nereden biliyoruz?

t) aşı genetiğimizi değiştirmiyor, virüs koduna tanışıklık sağlıyor
a) aşı mRNA aşısı, virüs parçasını vücut hücrelerimize ürettiriyor, yani vücudumuz normalde o parçayı üretmiyor, aşı yaptırıyor bunu, bu genetiği değiştirmek değilse de zorlamak değil mi?

covid-19 sokakta yürürken düşüp ölmelere sebep oluyordu, bu kişiler o aşamaya kadar nasıl nefessiz kalmıyorlardı? şimdi neden yok? onlar düşüp ölerek ilk varyasyonun yok olmasına mı neden oldular?


ilk başlarda, corona virüsün öldürücü etkisinin bağışıklık sisteminin şiddetli tepkisi aracılığı ile akciğerin tıkanması yolu ile gerçekleştiği söyleniyordu,
aşı ile aktive edilen bağışıklık sistemi tepkisi yükselirse tehlikeli olmaz mı? bağışıklık sistemini güçlü tutmak iyi bir şey mi?

maske takmak koruyordu, korumuyordu,
virüs çok küçüktü maskeden geçiyordu, damlacıklar büyüktü maskeden geçmiyordu,
hasta olan maske taksa daha iyiydi, sağlam olan da takmalıydı,
asıl bulaş yolu damlacıktan çok yüzeylerden alınan virüsün elle solunum sistemine taşınması idi,
maskelerin sık sık değişmesi gerekiyordu,
maske takmak diğer bakteri enfeksiyonlarının artmasına neden oluyordu,
maske takmak daha tehlikeli olabiliyordu,
aşı olsak da maske takmaya devam etmemiz gerekebiliyor,
lokantalara girerken maske çıkar çıkarken tak vs. nasıl işliyor bu,
Avrupa ülkeleri maske yasaklarını kaldırıyorlar vs. hangi ucu doğru bunun?

t) mRNA aşılarını ilk kez kullanıyoruz, uzun dönem etkilerini henüz bilmiyoruz
a) aşının etkisi 2 ayda vücuttan çıkar, en uzun dönem etkisi bu kadardır

t) aşının uzun vadeli etkisi yok, bir çok ilaç gibi yaklaşık 2 ayda tamamen vücuttan atılır
a) her yıl ya da 6 ayda bir aşı olmamız gerekebilir, bu rutinimiz olabilir

tvdeki bilim adamları(!) neden mobilyacı gibi “benim bir tanıdığım”, “ben” gibi tekil örnekle ispata yelteniyorlar, böyle araştırmacı olunuyorsa ben de doktora yapmak istiyorum lütfen.

şöyle bir hikaye var: çin bir enfeksiyon kaynağını zorunlu olduğu halde bildirmedi, dsö çin’i cezalandırmak için pandemi ilan etti, pandemi önlemleri ile gribi ve bir çok enfeksiyonu bitirebileceklerini düşünüp oyuna devam ettiler, sağlık sektörü kaynağı keşfetti ve pandemiyi yönetmeye başladı. devletler kısıtlamalardaki kontrol gücünü sevdiler ve pandemiyi yönetimine katıldılar. bu hikaye neden hala inandırıcı?

Güzel günler göreceğiz çocuklar

“Cennette arsa satmak” diye abartılan, aritmetik bazı ibadetler karşılığında cennette ne istersen onu alırsın, vaadi ile, güzel günler göreceğiz çocuklar, vaadi arasında ne kadar fark var?

Acaba ikisi de “farklı adlandırılmış” inancı kullanarak çocukları “tüketici”, maddi tüketici,, kültür tüketici, fikir tüketici, ideoloji tüketici, özgürlük tüketici, devrim tüketici, vs yapmaktan ibaret değil mi?

Devrimden sonraki güzel günler, aydınlık, özgürlük, ezilenlerin hürriyeti, zalimlerin devrinin sonu gibi hazır kalıp düşünceler, aile-toplum-devlet eğitiminden gelen hazır-kalıp düşüncelerden kurtulmak isteyen çocukları kandırmak için sanki beraber keşfediliyormuş gibi ama gerçekte “tıpkı din benzeri ideolojiler” gibi çoktan hazırlanmış, paketlenmiş, metalaştırılmış, piyasaya sunulmuş, sözde “underground” oysa tamamen kontrol altında düşünceler değil mi?

Gerçekten güzel günler görecek miyiz yoksa sadece daha fazlasını mı istiyoruz? Gerçekten anne-babamıza-devletimize-düzene karşı çıkabiliyor, yeni fikirler ortaya koyabiliyor muyuz yoksa sadece cumhuriyetçi ve liberal iki partiden diğerinin avucuna mı düşüyoruz?

Aslında tüm düşünceler, cennetin geçmişte ya da gelecekte olmasına indirgenebilir. Taocu ya da ying-yang benzeri ikili düşüncelerin izlerine her yer rastlanabilir. Muhafazakarlar, cenneti geçmişte görürler, geçmişte herşeyin çok daha güzel olduğunu, toplumun daha ahlaklı, güvenli, mutlu, sağlıklı olduğunu artık düzenin yavaş yavaş bozulduğunu, bir an evvel tedbir alınmazsa gittikçe daha da kötüleşeceğini ve hatta kendi ömürleri süresi içinde kıyamet kopacağını düşünürler. Diğerleri de tam tersi, kaostan geldiğimizi, bir nevi kıyametten geldiğimizi, cennetin gelecekte olduğunu, eskiden her şeyin daha kötü, ilkel, barbar, adaletsiz, huzursuz, sağlıksız, karanlık olduğunu, oysa tüm toplum hep beraber bir an önce bilimin ışığında hareket ederek gelecek güzel günleri yaratabileceğimizi, ömrümüzü uzatabileceğimizi, sağlık, mutluluk ve huzurun bilim sayesinde gelecekte olduğunu düşünürler.

Sağ, sol, gerici, ilerici, dinci, felsefeci, genç, yaşlı, aydın, cahil, batılı, doğulu, beyaz ırk, siyah ırk ve bunun gibi her türlü birbirine karşıt gruplaşmalar temelde bu düşünce biçimine indirilebilir.

Yani çocuklar ikisi de aynı.

Bilim de bir inançtır, inanç ta bir nevi bilmektir. Cahillik diye bir şey yoktur, 2 yaşındaki bir çocuğa bile sorsanı her konuda açıklaması vardır. İnsan etrafını açıklayamazsa yaşayamaz. Dolayısı ile cahillik yoktur, bir sosyologun dediği gibi paradigma değişimi vardır, yanı bakış açısı farkı.

Not: akademisyen olmadığım için mümkün olduğunca referans kullanmamaya özen gösteriyorum. Tüm yazdıklarım referanssız kendi uydurmamdır (devlerin omzuna basmadan böyle bir şey mümkünse 🙂

Videodaki nesnelerin anlamı

Yok masaüstünde vazo varmış, yok arkada televizyonda nigar kanlı oynuyormuş, yok hikaye kitabı varmış. Sen ona anlam verirsen onların anlamı olur. Mars yüzeyinde bir şekil var, teleskopla bakınca görünüyor, bakmazsan, görmezsen onun anlamı nedir? Ormanda düşen ağacın sesi çıkar mı meselesi. Anlam verirsen anlamı olur. Bu blockchain gibi bir şey.

Şimdi durduk durduk, blockchain dönemindeyiz diye blockchaine mi benzettik? Yoo, ortak anlam kurabilmek için elimizde ne varsa onu örnek verebiliriz. Kutsilleşme (Friztation) desem anlayacak mısınız? Hayır tabii ki, öyle bir şey yok çünkü bugün elimizde. İleride çıktığında onu örnek verebiliriz. Anlam üretmek blockchaine halka eklemek gibidir. Zincirin diğer halkaları da onu kabul ederse anlamı olur. Sen o masaüstündeki ikonlara anlam veriyorsan önemi var. Acaba arkadaş ne anlatmak istiyor? Arkadaş konuşuyor zaten söyleyeceğini söylüyor, masaüstü ikonları da onun sözlerinin bir kısmı. Sözlerine anlam veremiyorsan ikonlarına neden anlam veriyorsun? Candan konuşuyor bahar, içten konuşuyor, bariz trollüyor, psikolog olmaya hipnoz yapın bilinçaltına erişmeye gerek yok, sen dinlediğin sürece o da konuşacak, dinlemeyi bırak o da rol yapmasın. Sen istediğin için rol yapıyor o, sen sevdiğin için, sen öyle olmasını istediğin için.

Bence ilkokulda herkese taoculuk öğretilmeli. Din olarak değil, düşünce biçimi olarak. Taoculuğa çok önem verdiğimden değil, adını değiştirelim ya da aynı içerikte başka düşünce biçimini koyalım fark etmez. Önemli olan fark etmeyi, görebilmeyi öğretmek. Fark etmek çok zor gibi anlatılır. Resimdeki 7 farkı bulun oyunu gibi, ormanda saklanan bir çift etobur gözünü fark etmek gibi. Oysa fark etmek ikili (binary) bir işlemdir. İkili, dialektik gibi. Bir şey varsa, onun olmadığını düşün, neden var olduğunu düşün, neden düşünmen gerektiğini düşün, neden bir, neden şey, neden var, neden rav değil, neden rib değil, neden yazılı, neden bir önerme, neden ben, bunlar. Basit sorular, evet-hayır, var-yok, gelir-gelmez, renkli-renksiz, geniş-dar, sadece ikili düşünün, fark etmeyi öğrenin. Yeter, arkasında ne komplo var şüphelenmenize gerek yok. Çünkü önünde de komplo olabilir, komplo olması da komplo olabilir, seni inandırmak da komplo olabilir, başka bir şeyi dikkatten kaçırmak da komplo olabilir, ikili düşün, basit, sade, yeter.

Windowsu takdir etmek

Windows ve öncesinde DOS işletim sistemlerini herkes takdir eder. Windowstan yıllar önce geliştirilmiş vms sistemini kullandıktan sonra, hatta unix, ve hatta hiç varolmamış sayılan cpm’i bile gördükten sonra windowsu, özellikle de bilgisayar teorisi gözüyle takdir etmemek elde değil.

Takdirlerimin iyice azalmasına neden olan windows 10’da, yıl olmuş 2021, hala çok beğendiğim özelliklerden bazıları (bunların bir çoğu aslında tüm işletim sistemlerinin ve ui’lerin sorunu):

  1. Tam bir butona tıklayacağım alanda, aynı mikrosaniyede kendiliğinden açılan bir başka pencereyi tıkladığımı sanan windowsu gerçekten takdir ediyorum. Misal, systemtraydaki vpn uygulamasını tıklamışım, şifre yazmışım, tam bağlan butonuna basıyorum, mail uyarısı çıkıyor, windows da benim o uyarıyı 3 ms’de okuduğumu ve onu açmaya karar verdiğimi düşünüyor haklı olarak. Takdir ediyorum.
  2. Mouse ile de oluyor ama touchpad ile bir dosyayı açmak için çift tıkladığımda, asıl niyetimin o dosyayı açmak değil, adını değiştirmek olduğunu hisseden windows’un yapay zekasını gerçekten gönülden takdir ediyorum. Gerçekten açmak istesem, o rename durumundan çıkarım, rename anlaşılmasın diye dosya adını değil de sağındaki boşluğu tıklamaya özen gösteririm. Bunda anlamayacak ne var!
  3. devamı var….

Aşı kime zararlı

Aşı ile dünya nüfus planlaması yapılacak, şimdi aşı olanlar 1-2, 5-10 ya da 2-30 yıl içinde tamamen hastalanıp ölecekler, diye düşünüyorsunuz ya.

Şöyle düşünün, siz dünya nüfusunu azaltmak isteseniz, geri kalanlar sizi dinlemeyen, uyanık, düzene karşı insanlar mı olsun, yoksa “bilim aşı buldu, git kuzu kuzu aşı ol”, deyince gidip olanlar mı? Eğer aşı ile nüfus planlaması yapılacaksa, bu aşı olanları yok etmek yerine tam tersi, aşı olanları güvenceye alıp, laboratuvardaki bir sonraki pandemi kaynağı ile geri kalanları hızla hasta edip, “aaa ne tesadüf, aşı bu hastalığa karşı da koruyormuş” demek olur bence.

Eğer dünya nüfusunu planlayacak imkanınız varsa, geriye kalanların da daha itaatkar olmalarını istemeniz daha akla yatkın değil mi? Yani aşı karşıtlığı için tek gerekçeniz buysa, hemen gidin olun.

Nobel asil demek!

İcat ettiği dinamit sayesinde haddinden fazla zengin olan ve kimyasal bir reaksiyon olması ve madencilik gibi alanlarda kullanılabilir olması dışında toplu halde insan öldürmek için kullanıldığını gören Alfred Nobel, servetini bilim adamlarına değer, saygı ve para veren bir kuruluş olan Nobel Vakfı sayesinde tekrar bilim dünyasına armağan ederek, suçunu hafifletmek istedi. Ama bu sayede bilim dünyasına en büyük kötülüğü yaptığını ölmeden önce fark etti mi bilmiyorum.

Nobel’den önce paylaşılarak çoğalan, beyin fırtınalarına yol açan, ortak bir uğraş olan bilim, o tarihten sonra bir yarış vesilesi, bir patent savaşı, gizlenen, sır olarak saklanan, iğrenç bir ticaret metası haline geldi.

Böylece dinamitle insanlığın toplu halde ölümüne yol açan Alfred, Nobel ödülleri ile de bilimi öldürmek için en büyük darbeyi vurdu.

Bunu da size benden başkası söylemez, haberiniz olsun.

Anlıyorum ama

Hani böyle bir şeyi çok iyi anladığınızda, kimsenin anlamadığı, anlaşılması zor bir konuyu mucizevi bir şekilde kavradığınızı fark ettiğinizde bunu başka birine aktarmak sizi çocukça bir heyecena boğar. Mesela google arama algoritmasının nasıl çalıştığını anlatacaksınız, string teorinin neyden bahsettiğini anlatacaksınız, yapay sinir ağlarının nasıl işlediğini, genetik aktarımın nasıl yürüdüğünü vs bir çok insanın hayretle dinleyeceğini düşündüğünüz şeyi anlatmak çok keyiflidir. Anlatırken bulduğunuz kelimelere kendiniz bile şaşarsınız. Konuyu o kadar iyi anlamışsınızdır ki ne sorulursa sorulsun cevap verebilirsiniz. Daha iyi ifade etmek için verdiğiniz örnekler ise mükemmeldir, hiç bilmeyene bile anlatmaya yeter, böyle örnekler verebilseler eğitim öğretim sistemimiz coşar, okullarda öğrencilerin anlamadığı konu kalmaz. Size sorsalar, sizin gibi örnekler verseler her konuyu böyle apaçık hale getirebilir, ilgi çekmeyi, merak uyandırmayı becerebilirler. Annenizin bile konuyu anlayıp, şaşırmasına neden olabilmişsinizdir. Belki de konuyu sizin kadar iyi anlamış bir başka kişi daha yoktur yeryüzünde. Hatta konuyu ilk keşfeden bilim insanları bile eni konu sizin kadar iyi görmemiş olabilirler.

Hatta dinleyenler arasında size itiraz eden bir kaç kişiyi konuyu anlamadan dinlemeden konuşuyorlar diye küçümsersiniz.

Ama sakin ol, oğlum, herkes biliyor bunu, senin anladığını biz çoktan gördük, üstüne geyik çeviriyoruz anını farketmek de tüm bu pembe tabloyu paramparça eden vuruşu yapıyor. Aslında iyi dinleseniz, onların itiraz ettiği, sorduğu, anlamadıklarını sandığınız şeyler aslında öyle değilmiş, çoktan anlamışlar, o konuyu geçmişler, olayın bir başka boyutunu irdeliyorlarmış. Sizin yeni anladığınızı onlar çoktan anlamışlar, hatta lise bilgisi haline gelmiş, halk bile duymuş belki de anlamış.

Bu hayal kırıklığı yaşansa da, ileride o kişilerden duyacağınız bir iki cümle tekrar sizde aynı duyguları utandıracak. O kişilerin konuyu aslında sizin kadar iyi anlamadıkları, yüzeysel bilgiyle öyle konuştuklarını fark edeceksiniz. Hatta, bu kadar az bilgiyle nasıl böyle uzman gibi konuşabildiklerine şaşacak, bunu da bir nevi politikacı yeteneği gibi görecek, belki biraz saygı duyacak, ama çok da tercih etmeyeceksiniz. Hala o konuyu en iyi anlayan sizsiniz. Fırsatınız olsa konuyu daha ileri seviyelere de taşıyabilecek bir potansiyele sahipsiniz. Ama o mevkilere gelmek için gerekli politik ağıza sahip olmayı tercih etmediğiniz için, hep geri planda kalabilirsiniz.

Aslında hiç bir iki kişi aynı konuyu aynı şekilde anlamaz. İnsanların birbirleri ile kendi kafalarının içindeki gibi anlaşmaları imkansızdır. Konuşmak da iletişimin çok dar bir kanalıdır. Konuşarak kimseyle yüzde yüz anlaşamazsınız, ama günlük hayatta bize yüzde yüz anlaşmak gerekli değildir, Belki yüzde 5 ile hayatımızı çok rahat idare edebiliriz.