Astrolojinin Yükselişi

Psikologlar ve nörobiyologlar beyni anlamada yapay zekayı model almanın önemini ne zaman anlayacaklar bilemiyorum ama yapay zekanın yakınlık ilişkilerinden tahmin edebilme yeteneği astrolojinin yeniden yükselişine sebep olacaktır. Fakat günlük uydurulan burç yorumları değil, periyodik gerçekleşen olaylar, evrendeki hareketler, zaman – mekan ilişkisi olarak astroloji. Yani sadece iki üç yıldıza gezegene bakarak, “mars güneşin arkasında bu yıl barış olacak ama seneye çok kötü şeyler bekliyor” gibi bir astroloji değil.

İyi bir hekim, daha doğrusu tecrübeli ve iyi bir hekim, yıllar boyunca gördüğü, muayene ettiği hastalar ile eğittiği beynindeki nöron ağları sayesinde hastaları görür görmez şikayetlerini anlar hale gelebilir. Bu görür görmez ifadesi, yürüyüşünden, ses tonlamasından tutun kıyafet tercihinde, oturduğu semte, maddi durumuna kadar yayılabilir.

Bir psikolog danışanını, şu davranışı yapmışsa böyle biridir, böyle bir tepki görmüşse şöyle yapmalıdır şeklinde pozitivist bir yaklaşımla algoritmik olarak ele almaz. Tüm hayatı ile, geçmişi, gelecek planları, aile çevresi, iş çevresi, ideolojisi, felsefesi ile ele alırsa ancak başarılı bir analiz ve yönlendirme yapabilir.

Eski çağ filozofları gibi iki paragrafta anlatılacak bir şeye 300 sayfa kitap yazacak değilim. Bu veçhile ile astroloji de eski aşağılanmış, akıl dışı halinden yeniden doğacak, yapay zeka desteği ile yeniden saygıdeğer bir alan haline gelecektir.

Ne burcuydunuz bu arada?

Neden aşı olmuyorlar – çelişkiler

Çelişkiler

t) Sinovac çok etkili değil (başlarda %90 civarı idi, şimdilerde %35-60’lara kadar düştü)
a) Sağlık çalışanları sinovac ile aşılandı ve şimdi sağlık çalışanlarını kaybetmiyoruz deniliyor, demek ki sinovac etkili!?

t) aşıda çip olsa, zararlı olsa, kısırlık yapsa vs. ilk önce Avrupa kendine yapar mı?
a) bize aynı aşının geldiğini nereden biliyoruz, hatta aşı geldiğini nereden biliyoruz?

t) aşı genetiğimizi değiştirmiyor, virüs koduna tanışıklık sağlıyor
a) aşı mRNA aşısı, virüs parçasını vücut hücrelerimize ürettiriyor, yani vücudumuz normalde o parçayı üretmiyor, aşı yaptırıyor bunu, bu genetiği değiştirmek değilse de zorlamak değil mi?

covid-19 sokakta yürürken düşüp ölmelere sebep oluyordu, bu kişiler o aşamaya kadar nasıl nefessiz kalmıyorlardı? şimdi neden yok? onlar düşüp ölerek ilk varyasyonun yok olmasına mı neden oldular?


ilk başlarda, corona virüsün öldürücü etkisinin bağışıklık sisteminin şiddetli tepkisi aracılığı ile akciğerin tıkanması yolu ile gerçekleştiği söyleniyordu,
aşı ile aktive edilen bağışıklık sistemi tepkisi yükselirse tehlikeli olmaz mı? bağışıklık sistemini güçlü tutmak iyi bir şey mi?

maske takmak koruyordu, korumuyordu,
virüs çok küçüktü maskeden geçiyordu, damlacıklar büyüktü maskeden geçmiyordu,
hasta olan maske taksa daha iyiydi, sağlam olan da takmalıydı,
asıl bulaş yolu damlacıktan çok yüzeylerden alınan virüsün elle solunum sistemine taşınması idi,
maskelerin sık sık değişmesi gerekiyordu,
maske takmak diğer bakteri enfeksiyonlarının artmasına neden oluyordu,
maske takmak daha tehlikeli olabiliyordu,
aşı olsak da maske takmaya devam etmemiz gerekebiliyor,
lokantalara girerken maske çıkar çıkarken tak vs. nasıl işliyor bu,
Avrupa ülkeleri maske yasaklarını kaldırıyorlar vs. hangi ucu doğru bunun?

t) mRNA aşılarını ilk kez kullanıyoruz, uzun dönem etkilerini henüz bilmiyoruz
a) aşının etkisi 2 ayda vücuttan çıkar, en uzun dönem etkisi bu kadardır

t) aşının uzun vadeli etkisi yok, bir çok ilaç gibi yaklaşık 2 ayda tamamen vücuttan atılır
a) her yıl ya da 6 ayda bir aşı olmamız gerekebilir, bu rutinimiz olabilir

tvdeki bilim adamları(!) neden mobilyacı gibi “benim bir tanıdığım”, “ben” gibi tekil örnekle ispata yelteniyorlar, böyle araştırmacı olunuyorsa ben de doktora yapmak istiyorum lütfen.

şöyle bir hikaye var: çin bir enfeksiyon kaynağını zorunlu olduğu halde bildirmedi, dsö çin’i cezalandırmak için pandemi ilan etti, pandemi önlemleri ile gribi ve bir çok enfeksiyonu bitirebileceklerini düşünüp oyuna devam ettiler, sağlık sektörü kaynağı keşfetti ve pandemiyi yönetmeye başladı. devletler kısıtlamalardaki kontrol gücünü sevdiler ve pandemiyi yönetimine katıldılar. bu hikaye neden hala inandırıcı?

Güzel günler göreceğiz çocuklar

“Cennette arsa satmak” diye abartılan, aritmetik bazı ibadetler karşılığında cennette ne istersen onu alırsın, vaadi ile, güzel günler göreceğiz çocuklar, vaadi arasında ne kadar fark var?

Acaba ikisi de “farklı adlandırılmış” inancı kullanarak çocukları “tüketici”, maddi tüketici,, kültür tüketici, fikir tüketici, ideoloji tüketici, özgürlük tüketici, devrim tüketici, vs yapmaktan ibaret değil mi?

Devrimden sonraki güzel günler, aydınlık, özgürlük, ezilenlerin hürriyeti, zalimlerin devrinin sonu gibi hazır kalıp düşünceler, aile-toplum-devlet eğitiminden gelen hazır-kalıp düşüncelerden kurtulmak isteyen çocukları kandırmak için sanki beraber keşfediliyormuş gibi ama gerçekte “tıpkı din benzeri ideolojiler” gibi çoktan hazırlanmış, paketlenmiş, metalaştırılmış, piyasaya sunulmuş, sözde “underground” oysa tamamen kontrol altında düşünceler değil mi?

Gerçekten güzel günler görecek miyiz yoksa sadece daha fazlasını mı istiyoruz? Gerçekten anne-babamıza-devletimize-düzene karşı çıkabiliyor, yeni fikirler ortaya koyabiliyor muyuz yoksa sadece cumhuriyetçi ve liberal iki partiden diğerinin avucuna mı düşüyoruz?

Aslında tüm düşünceler, cennetin geçmişte ya da gelecekte olmasına indirgenebilir. Taocu ya da ying-yang benzeri ikili düşüncelerin izlerine her yer rastlanabilir. Muhafazakarlar, cenneti geçmişte görürler, geçmişte herşeyin çok daha güzel olduğunu, toplumun daha ahlaklı, güvenli, mutlu, sağlıklı olduğunu artık düzenin yavaş yavaş bozulduğunu, bir an evvel tedbir alınmazsa gittikçe daha da kötüleşeceğini ve hatta kendi ömürleri süresi içinde kıyamet kopacağını düşünürler. Diğerleri de tam tersi, kaostan geldiğimizi, bir nevi kıyametten geldiğimizi, cennetin gelecekte olduğunu, eskiden her şeyin daha kötü, ilkel, barbar, adaletsiz, huzursuz, sağlıksız, karanlık olduğunu, oysa tüm toplum hep beraber bir an önce bilimin ışığında hareket ederek gelecek güzel günleri yaratabileceğimizi, ömrümüzü uzatabileceğimizi, sağlık, mutluluk ve huzurun bilim sayesinde gelecekte olduğunu düşünürler.

Sağ, sol, gerici, ilerici, dinci, felsefeci, genç, yaşlı, aydın, cahil, batılı, doğulu, beyaz ırk, siyah ırk ve bunun gibi her türlü birbirine karşıt gruplaşmalar temelde bu düşünce biçimine indirilebilir.

Yani çocuklar ikisi de aynı.

Bilim de bir inançtır, inanç ta bir nevi bilmektir. Cahillik diye bir şey yoktur, 2 yaşındaki bir çocuğa bile sorsanı her konuda açıklaması vardır. İnsan etrafını açıklayamazsa yaşayamaz. Dolayısı ile cahillik yoktur, bir sosyologun dediği gibi paradigma değişimi vardır, yanı bakış açısı farkı.

Not: akademisyen olmadığım için mümkün olduğunca referans kullanmamaya özen gösteriyorum. Tüm yazdıklarım referanssız kendi uydurmamdır (devlerin omzuna basmadan böyle bir şey mümkünse 🙂

Aşı kime zararlı

Aşı ile dünya nüfus planlaması yapılacak, şimdi aşı olanlar 1-2, 5-10 ya da 2-30 yıl içinde tamamen hastalanıp ölecekler, diye düşünüyorsunuz ya.

Şöyle düşünün, siz dünya nüfusunu azaltmak isteseniz, geri kalanlar sizi dinlemeyen, uyanık, düzene karşı insanlar mı olsun, yoksa “bilim aşı buldu, git kuzu kuzu aşı ol”, deyince gidip olanlar mı? Eğer aşı ile nüfus planlaması yapılacaksa, bu aşı olanları yok etmek yerine tam tersi, aşı olanları güvenceye alıp, laboratuvardaki bir sonraki pandemi kaynağı ile geri kalanları hızla hasta edip, “aaa ne tesadüf, aşı bu hastalığa karşı da koruyormuş” demek olur bence.

Eğer dünya nüfusunu planlayacak imkanınız varsa, geriye kalanların da daha itaatkar olmalarını istemeniz daha akla yatkın değil mi? Yani aşı karşıtlığı için tek gerekçeniz buysa, hemen gidin olun.

Akşama ne pişirsem?

Akşama ne yemek var merak ediyor musunuz?

Kahvaltılıklar yeterli mi, yoksa peynir bitti mi? Sabah aç kalmayayım, gidip eksikleri tamamlıyayım.

Akşama ne yemek yapacağım,
sokağa çıkma yasağı olursa ne yeriz,
öğlen ne yiyeceğiz,
çerez bitti çerez alalım,
kuru fasulye pilavsız olmaz,
rakı mezesiz olmaz,
bira çerezsiz olmaz,
çayın yanında atıştıracak bir şeyler lazım,
patates bitmişti,
zeytinyağı bitmişti,
ve bunun gibi bir çok kaygılar ve korkularla yaşıyoruz.

ve sonra vücudumuza kızıyoruz neden depoluyor diye.

Bu kadar aç kalma korkusu ile yaşarken, bize ait olan vücut, depolamasın da ne yapsın!

Önce biraz aç kalma korkunuzu yenin.

Bırakın sabaha yemek olmasın. Acıkırsanız çaresine bakarsınız. Önceden hazırlık yapmayın.

Ekonomik sebeplerle önceden hazırlık yapabilirsiniz, ama aç kalırım, açlığıma dayanamam korkusuyla hazırlık yapmayın.

Biraz salın.

Bakalım ne olacak.

Bir de “faydalı yiyecek tedirginliği” var. Bu faydalı bunu yiyeyim, şu faydalı şunu da yiyeyim, o da faydalı onu da yiyeyim, derkeeeen hooop yarım dünya. Yemek amacımız, günlük enerji ihtiyacı karşılamak, vitamin denilen maddelerin günlük ihtiyacımızın hepsini toplasan leblebi kadar etmez, tek yönlü beslenmediğimiz sürece ya da bir metabolizma hastalığımız olmadığı sürece zaten onu enerji amaçlı beslenme sırasında karşılıyoruz. Ayrıca şu da faydalı bu da faydalı diye beslenmek doğru değil, enerjinizi aldıktan sonra yemek yemenin hiç bir faydası yok. Hele ki şu antibiyotikmiş onu yiyelim demek tamamen akıl dışı. (ipucu. “antibiyotik”in kelime anlamı “hayata karşı”)

Proximity

İnsan ilişkileri yakınlıkla (proximity) yürür.

Çocukken, her insanın bir eşi (gençken bunun adı ruh ikizi oldu) vardır, dünyanın bir başka yerinde benim eşim olacak, tamamen bana uygun, beni sevecek-benim seveğim bir insan beni bekliyor sanırdım. Sonra öğrendim ki öyle olmuyor o işler, tüm insanlara aynı mesafede değilsin, yakınlık ile yürüyor ilişkiler.

Doğal olarak yaptığın iyilik, kötülük, kayırma, eşit davranma, küsme, kavga etme, dayak atma, hırsızlık, cinayet, hediye, örnek gösterme, kıskanma, küçük görme, seksi bulma, öpüşme, sevişme, virüs bulaştırma vs her türlü insan ilişkisi yakınlık ile yürür.

Bir düğmeye basıp binlerce kilometre ötedeki insanları öldürmek dışında, teknoloji ile her insana eşit mesafede olacağımız günler gelirse bu durum ortadan kalkabilir. Her insan, bir diğerinin bakımına muhtaç, bir diğerine yardım eder, bir diğerini düşünür hale gelirse o zaman bu yaklaşım değişebilir. O zaman kadar insan ilişkileri sadece yakınlık ile yürür.

Bulup bulacağınız tüm iyilikler, belalar yakınlarınızdan gelecektir. İnsanlık hakkında fikir yürütmek istediğiniz zaman gözünüzde, yakınlarınızı model aldığınız bir insan tipi canlanacaktır. İnsanlar hakkında felsefe oluşturacağınız zaman, sosyoloji araştırması yapacağınız zaman ulaşacağınız kitle hep yakınınızda olanlardır.

Hayatı boyunca hep beyaz kuğu görüp tüm kuğular beyazdır diye düşünen insan gibi, biz de yakınlıklarımız ile tanıyoruz dünyayı. Ben bir insan sarrafıyım diyen bir kişi bile sadece yakınlarının sarrafıdır. Dünyanın başka bir yerinde, başka şartlarda , hiç tanımadığı, görmediği bir insan tipi olması her zaman mümkündür.

Bu sebeple insanların yakınlarına torpil yapması, kayırması gayet doğal insani hislerdir. Tanzanyadan yeni gelmiş bir mühendisi, ya da Marstan gelen bir mühendisi (yaratığı) danışman yapmak yerine tanıdığı bildiği birini yapmak bir başkanın en tabii hakkıdır. Yakınlıktan başka dünyayı tanıma yolumuz yok.

Yazın ne yaparız, denize gireriz. Eve dönünce baban sorar, denize girdin mi? Evet girdim babacığım. Oysa o denizin yüz milyonda biri kadar küçücük bir alanda çırpınıp durdunuz. Bunun adı denize girmek mi? Bir binanın kapı eşiğinden içeri ayak parmaklarınızı uzatsanız, ne kadar binaya girmiş iseniz, denize girmek de o kadar. Denizin tümüne girme şansımız yok. Dünyanın tümüne girme (gitme) şansımız yok. Hakkında fikir yürüttüğümüz evrenin tümüne girme (görme) şansımız yok. Yakınlığa mahkumuz. Tüm evren hakkındaki fikirlerimiz sadece yakınlıklarımızdan kaynaklanıyor.

Bilinçsizlik

İnsanlar normalde günün çok büyük bir bölümünde bilinçsiz yaşarlar.

Bbilinç her an lazım bir yetenek değil. Stres altında ortaya çıkar. Bir kısım halk kitlesini kKötülemek için söylemiyorum, ben de böyleyim, her insan böyle, kesin görüşüm bu.

Bilinç dışı davranışlar otomatiktir ve toplumla doğrudan ilişkilidir. Takım ruhu, şirket ruhu, milli duygular, aile bağı gibi asabiyet duyguları bundan kaynaklanır. Bu otomatikliğe, işleyiş olarak değil, incelemek için ortak akıl diyebiliriz. Yani toplumun ortak bir mekanizmasında işleyen bir ortak akıl değil, sonuç olarak tek bir beyinden geliyormuş gibi görünen ortak akıl.

Bir şehrin bir başka şehirden farklı davranması beklenen bir davranıştır (bana göre beklenen, aynı fikirde başka sosyolog var mı bilmiyorum). Maske takan, takmayan, aptal, zeki, yaratıcı, koyun sürüsü, özgürlükçü, muhafazakar vs toplum özellikleri bir takım (üç beş) stresli insan tarafından üretilip bir şekilde topluma mal olur. İnsanlar taklitle öğrenerek toplumda kendilerine düşen rolleri yerine getirirler. Zor, karmaşık bir problemle karşılaştıklarında strese girerler. Çoğu bu durumla baş edemez, sorundan kaçmayı tercih eder (vazgeçmek, toplumsal rolünü değiştirmek, intihar etmek vs) ya da işin uzmanından yardım almayı dener (psikolog, emlakçı, avukat, tanıdık, ebeveyn, öğretmen vs)

Bir takım stresli insan ise çözüm bulmaya çalışır, yeni fikirler üretmeyi dener. Buldukları çözüm, doğru olsun ya da olmasın bir başka kişiye yol gösterir. İkinci, üçüncü ve giderek bir çok kişi tarafından taklit edilerek toplumun ortak aklına mal olur. İki kişiye yaydığınız yeni bir fikir, üç saat içinde tüm şehrin üzerinde düşündüğü, taraf ya da karşı olduğu bir fikir haline gelebilir.

Bir insan bir şeyi ilk defa düşündüğünde, zor bir şeyi anladığında, bir problemi çözdüğünde, yeni bir teknoloji icat ettiğinde, ikinci insanın aynı şeyi düşünmesi anlaması daha kolay olur. Bir problem hakkında yüzyıllarca yanlış bir fikre sahip olan insanlar, tek bir kişinin bakış açısını değiştirmesinden sonra eski gözlüklerini çıkarıp yeni gözlüğü takarlar ve o güne kadar kimsenin anlamadığı şeyi kolayca anlarlar. O kadar iyi anlarlar ki, yüzyıllarca düşünülmeyen fikir, zamanla ilkokul bilgisi seviyesine kadar iner.

Bir insanın bir konu üzerinde çabalaması dahi, diğer insanların aynı konuda fikir geliştirmelerine yardımcı olur. Bir şekilde insanlar ortak akıl kullanıyorlar. Stresli olduğunuz an, bilinciniz ortaya çıktığında, katkıda bulunacak fikriniz varsa bulunun. Toplum anlar.

Yaptıklarınız, düşündükleriniz…

Siz hepiniz, ben tek!

Popüler kültüre, popüler olan şeylere karşıyız. O popüler dediğimiz şeyin içinde olan herkes de karşı aslında. Ama bize göre onlar saf, düşünmeden, beyni yormadan bir düşüncenin bir eylemin peşinden gidiyorlar. Oysa biz düşünüyoruz.

Acaba gerçekten öyle mi?

Gerçekten popüler bir eylemi gerçekleştiren insanlar, sırf popüler olduğu için, düşünmeden mi yürütüyorlar bu eylemi? Onlar da popüler eylemde bir iticilik görmüyorlar mı?

Pikniğe gidelim diyoruz. Şimdi tam zamanı. Eşyaları hazırlıyoruz, eti tavuğu alıyoruz. Bazı yiyecekleri belki evden çıkmadan hazırlıyoruz. Planladığımız yere yaklaşınca bir bakıyoruz, milyonlarca(!) insan binlerce araba var. Popüler bir piknik yeri, popüler bir davranış; piknik (mangal). Peki o bizden önce gelen ve hala da gelmeye devam eden milyonlarca insan beyinsiz mi? Popüler popüler yürüyüp gittiler mi ve yer olmadığını gördükleri halde sıkışıp tepişip 5 metrekarelik bir yere sığışıp zevkle piknik mi yapıyorlar?

Belki onlar geldiklerinde boştu. Herşeyi serdiler, yiyecekleri hazırladılar, pişirmeye başladılar, tam keyif alacakları sırada kalabalıklar oluşmaya başladı. Eğer beyinsiz değil de sizin gibi düşünen insanlar iseler ne yapmalılar? Tüm bu emeği, zahmeti, keyfi olduğu gibi bırakıp boş olacaklarını tahmin ettikleri başka bir yere mi gitmeliler? Vazgeçip eve mi dönmeliler, yiyecekleri de bırakıp zıkkımlanın diyerek tiyatroya operaya mı gitmeliler? Ya evinde tüm hazırlığı yapmış, çok kalabalık olmayacağını tahmin ettiği, belki de şehirde tek bildiği piknik yeri olan alana giden ve kalabalığı gören beyinli insan ne yapmalı? Tüm hazırlığını göz ardı edip dönüp evin balkonunda mı mangal yakmalı? Şehrin bilmediği, belki de yasak olan başka bir piknik yerini mi keşfe çıkmalı? Herhangi bir yol kenarında bulduğu azıcık bir yeşil alana mı çökmeli? Anlıyorum ki eğer bunları yapmayıp, planını bozmadan, geldiği kalabalık yerde bir yer bulup piknik yaparsa beyinsiz diyeceğiz. Ne zevk alıyorsun bu dumanda kalabalıkta. Git bir kafede, köfte ayran söyle, kibar kibar, sessizce otur, hizmet sektörünün keyfini çıkar. Yani bu şu demek, sen bu şehirde yaşayan bir dünya vatandaşı olarak artık piknik yapamazsın, nereye gitsen orada çokluk olacak, çokluktan rahatsız olmalısın, bu yüzden pikniği (mangalı) bırak. O beyinsizlerin yaptığı bir eylem olsun.

Peki sonra o sessiz, para harcamayayım, çok pahalı, bu kıyafetlerle bizi oraya almazlar diye tercih edilmeyen, elit, kibar kafeler popüler olursa (ki çoktan doldu, popüler(!) bir yerde bir kafede istediğin anda istediğin kadar kişiye yer bulmak imkansız gibi artık). Olsun, o zaman kafeleri beyinsizlere bırakırız. Belki daha pahalı kafelere gideriz, belki operaya gideriz, pahalı bir beach club, tatil köyü…Uzay turizmi çıkmış, ona gideriz. Durum buysa, beyinli olmak paralı olmak anlamına geliyor. Paran varsa, beyni olan birisin, popüler şeylere ehemmiyet vermezsin. Ama sevdiğin sanatçının konseri var ve konserler kalabalık olur (adam eve de gelmiyor ne kadar para verirsen ver). O zaman popüler olduğu için konserden vazgeçeceğiz ya da az popüler birini seveceğiz.

Popülerden kaçma, popüleri küçük görme bireyciliğe gidiyor. Yani bireycilik, bir olan, bir kişi, yani ben. Karşımda da çoğulculuk, kalabalıklar, diğerleri, herkes, insanlık.

Bugün dünyada sorun ettiğimiz bir çok şeyin gerçek sebebi çokluktan geliyor. Nerede çokluk orada bokluk çok doğru bir söz. Doğru derken, popüler kötüyse (bokluks) anlamında söylüyorum. Çünkü tercih yapmalıyız, ben mi, insanlık mı? İnsanlığın şimdisi, geçmişi, geleceği mi, yoksa sadece ben mi? Bu açıdan bakınca sanki insanlık daha önemli gibi geliyor. Tek ben kaygıdır çünkü. Çokluk, çokluk, daha çokluk, en sonunda bütünlük, yani birlik anlamında bir, aradığımız bir şey gibi. Buna giden yol ise çokluktan geçiyor. İnsanlardan korkmayalım.

Herkes sahnede göbek atarken, rıhtımda tek başına sigaranı içersin, dönüp baktığında sahnede bir ahmak yığını var gibi görünür. Ama ahmak olan sensin belki de. Ya da bazen onlar bazen sen. Çoğunluktan kaçtın diye, en öndesin diye, bu seni en doğru yapmaz.

Çamura basıp ayağımın kaydığı yere bir taş koyayım, bir dahakine kaymayayım diye ya da bir daha geçmeyeceğim bir yol bile olsa, başkası kaymasın diye. Bu beni doğru mu yapar? Benden sonra gelen biri o taşa basıp bana hayran mı olmalı? Taşa basmadan geçip gidebilir, başka bir taş daha koyabilir, benimkini atıp başka taş koyabilir, kızıp taşı atabilir, taş ile camı kırabilir, birini öldürebilir. Binlerce insan hiç fark etmeden, taşa basıp geçip gidebilir. Bu beni haklı mı yapar, öngörülü mü yapar, doğru mu yapar? Bugün bir özel mülkiyeti ya da bir değeri gasp edip, yıkıp yol yapan bir iktidarı kötü bir şey yapmış gibi görebiliriz, yıllar sonra o yoldan geçenler keyifle zevkle, ya da hiç düşünmeden geçebilirler. O kötü niyetle ve haksız kazançla yapılan yol yıllar sonra anlamsız, sıradan bir yol olacak. Birden çoğa gidecek ve çoğaldıkça anlamsızlaşacak. Çoğunluk kullanınca artık boş olacak. Birden fazla anlamı olan önerme aslında anlamsızdır.

Geldiğimiz noktada çoğunluğun tercih edilen, tercih edilmesi gereken bir yol olduğu görülürken (şimdi görülmezse de bir biliş, bir inanış, bir yaşlanma, bir olgunlaşma sonunda, süresince ya da başında görülecektir) aslında bir çok sorunun nedeni de çokluktur. Dünya da çokluğu kontrol altına alan yeni anlayışlar, yeni ekonomik yöntemler, sosyal yapılar vs çıkmadıkça bugünün sorunları çözümsüzdür. Misal çok para engellenmelidir. Çok üniversite mezunu engellenmelidir. Çok fakirlik engellenmelidir. Çok hayranı olmak engellenmelidir. Çok okuru olmak engellenmelidir. Neden, nasıl, başka bir yazıda…

Tüzel kişilerin manevi değerleri

Bir tüzel kişinin, anneler gününüz kutlu olsun, doğum gününüz kutlu olsun, hayırlı cumalar vb mesajları iletmesi anlamsızdır. O tüzel kişinin böyle bir fikrinin olduğunu, böyle bir duygusunun olduğunu göstermez. Akıllı izleyici (burada okuru, izleyiciyi bilgilendiriyorum, bir nevi medya okuyuculuğu dersi veriyorum) bu duyguyu, bu ifadeyi, tüzel kişiyi, markayı şahıslaştırıp, üstüne atfetmemelidir.

Örnek bir Sizi-Severim-Anonim-Şirketi, kısaca SSAŞ diyelim, 90 saniyelik bir video yayınlamış ve videonun mesajı olarak işçi bayramını kutlamış olsun. İzleyici Ali 15 yıllık, bezgin bir işçi olarak bu videodaki duyguyu kendi çalışma hayatı ile özdeştirip, videoyu kendine bir kompliman olarak ele alabilir. SSAŞ kişisinin kendini anlayan bir  duygu geliştirdiğini, belki de SASŞda çalışan işçilerin bu açıdan, bu konu üzerinden, çok da şanslı işçiler olduğun düşünebilir. SASŞ kişisine bir sempati besleyebilir. Oysa bu mesaj tamamen anlamsızdır. Bir tüzel kişinin bir duygusu olamaz. Eğer o tüzel kişide çalışanların böyle bir iddiaları varsa, şirket adı kullanmadan kendi kişisel hesaplarında ya da ortak bir platformda duygularını ifade edebilirler.

Fakat SASŞ’ın videosu, burada ifade edilmek istenen duyguya bir aracı olarak kullanılabilir. Bunda sakınca yok. Çok güzel bir videodur, siz de işçi olan kendi eşinize veya ofisinizdeki işçinize bu videoyu gönderip, onun hakkındaki duygularınızı bu video aracılığı ile ifade edebilirsiniz. Bunda sakınca yok. Sakınca bu duygunun SASŞ şirketine ait olduğun sanmak.

SASŞ şirketi tüm annelerin anneler gününü kutlayamaz. Çünkü bu bir f(x) fonksiyonudur. x herhangi bir anne, fonksiyon da x’in anneler gününü kutlamaktan ibaret. Hiç bir duygu içermez.

Hatta bizzat tanıdıklarımız haricinde genelleme yaparak anneler günü kutlamak da son derece duygusuz, ifadesiz, sadece bir fonksiyon olarak ele alınabilecek bir eylemdir. “Domatesler tatsızlaştı” demek ile “tüm annelerin anneler günü kutlu olsun” demek aynı değerdedir. Şahsi değil, duygusal değil, kişisel değil, insani değil.

Lütfen sevgili insanlar, parçası olduğunuz tüzel kişiler adına böyle mesajlar yayınlamayın, yayınlarsanız, tüzel kişiyi o duygunun sahibi olarak değil o videonun sahibi olarak belirtin ve videonun, şahıslar tarafından kullanılması için üretildiğini belirtin. “Bu video SASŞ’ın duygularını içermez, sizin annenize olan duygularınızı ifade edebilmeniz için üretilmiştir” gibi bir ibare ile yayınlayın.

Dürüstlük istisna

Küçük esnafa, corona virüs salgını nedeniyle kapalı kalmak zorunda oldukları süre boyunca aylık beyan ettikleri gelir kadar ödeme yapılsa nasıl olur? Yüzde 95’i vergi vermemek için çabalayan bir milletiz. 30 bin TL kira geliri olan 300 TL gösteriyor, stopaj verecek olan da bu durumdan mutlu. Kiralar banka aracılığı ile ödense ve maliye bunun kira ödemesi olduğunu bilse dahi, vergiyi beyan üzerinden alıyor, neden? Çünkü tespit edilen gelirden alacak olsa, ortalık ayağa kalkar, 5000 TL geliri olan 500 TL üzerinden vergi veriyor. Bir berber 5000 TL kazanıyorsa aylık, 500 TL bildiriyor. Şimdi devlet dese, dükkanın kapalı olduğu sürece al sana aylık 500 TL, kime yeter?
Devlet güçsüz, o yüzden sokağa çıkma yasağı uygulayamıyor diyoruz, peki devlet nereden para kazanıyor? Parasını at yarışına yatırıp doğru ganyan yaparak mı? Dolar artarken dolar, euro artarken euro, petrol artarken petrol alarak mı? Devlet temelde vergiden kazanır. Peki vergi vermek temel ahlak ilkelerimizden mi? Gördüğüm kadarı ile tam tersine vergi vermemek yaygın bir ilke. Herhangi bir alışveriş sırasında doğru tutarı beyan etmek istediğinde herkes üstüne geliyor, sen enayi misin, ne diye haddinden fazla vergi vereceksin, 200 milyon değil 50 milyon göster, sen de kurtul ben de. Peki yüzde 95i dürüst olmamayı ilke edinmiş bir toplumu yönetenler arasında rüşvet, torpil vs bulunduğunda buna itiraz etmek hak mıdır? O rüşvet, torpilin kaynağı neresi? Kim istiyor torpili, kim veriyor rüşveti? Tepeden tırnağa düzelme beklemeyin, düzgün bir toplum istiyorsanız, önce siz düzgün olun, sonra yönetime talip olun, sonra düzgünlük uğruna savaşın. Ya da boş boş konuşun.

Tabii, ben dürüstüm diyenler istisna olabilir mi? Corona virüs, önceden de elini gerektiğinde yıkayana, hijyenine dikkat edene, gereksiz öpüşmeyi koklaşmayı, bir meclise girdiğinde içerideki 50 kişinin tek tek elini sıkmayı sevmeyene bulaşmıyor mu? Öyle bir şey yok, ben zaten dürüsttüm, olmayan düşünsün diyene de bulaşır hastalık. Bu dünyada istisna yok, öbür dünyaya iç huzuruyla gidebilirsiniz ama, bu da bir şey.